İnsanoğlunun iki zaafı vardır. Kendisini zamanın ve mekânın merkezi zanneder. Dinler, medeniyetler, bilimler, insani değer sistemleri bu zaafları giderme yolları göstermişlerdir.
Ne var ki aynı zaaflar dini, siyasi, kültürel yorumların içine sızarak tarihi nasıl şekillendirmişse, bugünü de belirlemeye devam etmektedir.
Bu iki zaafın sistemleşmiş ya da modern biçimi milliyetçiliktir.
Bu anlamdaki milliyetçilik, insanın kendi kültürünü, kendi insanlarını, kendi toprağını sevmesi, koruması, geliştirmesi duygu ve arzusundan çok farklıdır.
Farklı kavimlere karşı üstünlük ve güvensizlik duygularıyla örülmüş, devlet ve devletçilik merkezli, aşırı siyasileşmiş bir mensubiyet duygusudur milliyetçilik. Özgürlüğü insana değil, sadece milli varlığa, devlete atfeder. İnsanı düşüncesi, rolü, eylemiyle bu milli varlığın hizmetkârı olarak görür. Yönetilenin yönetene, insanın insana mutlak itaatini ve insanlar arasındaki hiyerarşiyi vaaz eder.
Nitekim toplumsal düzeni doğal ve değişmez olarak tanımlar. Sorgulamayı, değişimi, farklı talepleri bozulma olarak görür ve yaptırıma tâbi tutar, değişim ve talep yanlılarını ise öteki kılar, hain, düşman ilan eder.
Dolayısıyla siyaset anlayışı toplum dışıdır milliyetçiliğin. Siyasetten devlet tekelindeki milli çıkarları ve bu çıkarları belirleyecek gruplar arasındaki güç mücadelesini anlar. Bu güç mücadelesinde şiddeti bir araç, bir hakem olarak görür, hatta bir "değer" kılar.
Kürt milliyetçiliği, Türk milliyetçiliği, Ermeni milliyetçiliği, Alman milliyetçiliği, Yunan milliyetçiliği...
Hepsi aynı esasa göre çalışır...
Milliyetçilik Avrupa'da ortaya çıktığı günden, 1830'lardan bu yana, 300 milyon insanın hayatına mal olmuştur. Milliyetçilik adına insanlar sadece öteki diyarın insanlarını değil, kendi insanlarını da katletmişlerdir.
Şiddet ve mensubiyet öyle merkezi bir işlev görür ki bu anlayışta, örneğin masum çocuklar, insanlar öldürüldüğünde ya da bizim elimizden öldüğünde tınmayız; yandığımız sadece kendi çocuklarımız, insanlarımızdır. İnsan ve çocuk bizdense insan ve çocuktur bu anlayışa göre...
Örneğin bizden olmayanın sıradan taleplerini, varoluşunu bile tahrik olarak tanımlar, linç etmeye kalkar, üstelik haklı olduğumuzu söyleriz...
Hak ve şiddet arasında doğru orantı kurdukça, şiddeti meşru kılar ve değer haline getiririz...
Şiddetin lügatimizdeki anlamı hep tepkidir, hep savunmadır, hep karşılık vermektir...
Tepki, savunma, karşılık verme mantığı, bu ülkede 1970'lerin sonunda 5 bin insanın canını aldı. Komşular komşuları kesti, farklı mezhepten, farklı görüşten oldukları için... Vatan, bayrak, toprak, inanç bahane kılındı bu vahşete...
Milliyetçi söylemler, başkalarına yaşattıkları felâketleri hep başkalarının onlara yaşattığı felaketlerin karşılığı olarak gösterirler...
Böylece şiddet ve haklılık, zulüm ve mağdurluk sarmalı üretirler...
Türkiye 'Güney Doğu'sundaki sorunu çözebilecekse önce bu sarmalı düşünmek ve bertaraf etmek zorunda…
Siyasi otoritenin attığı adımlar önce buraya yönelik olmalıdır, toplum bu yönde şekillendirilebilmelidir.
Sorun çözmek için sil baştan yapabilmek olmazsa olmaz koşuldur.
YENİ ŞAFAK