Devlet’in dünden bugüne tarih, dil, kültür, edebiyat ve sanata ne gibi misyonlar yüklediğine dair tartışmalar hiç kesilmedi. Fakat genel olarak bu sayılanların her biri resmi ideoloji ve iktidar sınıflarına hizmet ettiği oranda makbul, tersi durumlarda ise muzır sayıldı.
Çünkü devlet (özellikle modern ulus devlet) siyasete bitişik nizam konumlandırmak istediği kültür ve sanatı makbul vatandaş üretimi için maddi ve manevi kanallardan destekledikçe bekasını temin edebileceğine mutlak surette inanmıştı.
Hepimizin malumudur: Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu gibi müesseseler Kemalist Cumhuriyet açısından en başta kültür ve sanata kaynaklık eden dil ve tarih üzerinde kurulacak tasallutu işaretlemiştir. Belki bu düzeyde değil ama devlet bu tasalluta paralel bir biçimde, kendileriyle organik ilişki kurduğu kimi sanat dalları ve sanatçılardan da aynı fonksiyonu icra etmesini bekledi. Bu sebeple kimi resmi kimiyse gönüllü “devlet sanatçısı” figürünün temsil ettiği şey müesses nizam yani laik-ulusalcı Kemalist kimliğin hizmetine bile isteye koşulmaktı.
Farkına Varıldı Çünkü Başkaldırdı
Uluslararası düzeyde Nobel ne kadar ideolojik ve konjonktürelse Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Ödülü olarak verilenin de en az o düzeyde ideolojik ve konjonktürel olduğunu söylemek durumundayız. Ama buna rağmen bu yıl Ahmet Kaya için verilen ödülün sembolik değerinin çok üstünde bir anlama sahip olduğu da inkâr edilemez. Çünkü Ahmet Kaya gerek askeri, siyasi, iktisadi ve bürokratik devlet sınıfları ve gerekse bunların uzantısı devlet sanatçıları tarafından en iğrenç psikolojik savaş yöntemleriyle çiğnenip yok edilmek istenmiş bir insandır. Ancak çiğnenip yok edilmek istenen şey esasen Ahmet Kaya’yla sınırlı değildir.
Cumhurbaşkanı Gül’ün bu yılki müzik ödülünü Ahmet Kaya için takdir ederken kullanmış olduğu ifade şuydu: "Müziği, yorumu ve söylemiyle farklı görüşlerden çok sayıda insanı biraraya getirdiği gerekçesiyle müzik alanında merhum Ahmet Kaya’ya verilmesini uygun görmüşlerdir." Ancak hemen herkes gayet iyi biliyor ki Ahmet Kaya bu ülkenin yakın siyasi tarihinde müzik ve sanattan çok daha fazlasını temsil ediyordu. Bu hem onu sevenler nezdinde böyleydi hem de ona düşmanlık besleyenler nezdinde.
Kendisinden önce pek çok insanı olduğu gibi Ahmet Kaya’yı da lince tabi tutan iradenin kaynağı neydi? Laiklik ve milliyetçilik adına Müslüman bir halkın dinini ve etnik kimliğini Türkçü-Atatürkçü ideoloji ve iktidar sınıflarının emir ve görüşleri doğrultusunda inkâr ve asimilasyona tabi tutanlardı elbette. İşte bu ideoloji ve sınıflar eliyle Ahmet Kaya yok sayılan, inkâr edilen ve kötülükle eşleştirilen bir halkın sesi-soluğu olma ısrarı sonucunda kurban edildi.
“Türkiye Türklerindir” amentüsünün dışında kabul edildiği için sıklıkla tekrarladığı “Türk-Kürt kardeşliği” söylemi bir tespit ve temenni olarak değil bir bozgunculuk ve bölücülük olarak lanetlenip yaftalandı. İşte bunun için çatal-bıçak sağanağında boğulmak, gazete ve tvlerden yürütülen savaş üzerinden yok edilmek istendi. Kürt halkını, dili ve kültürünü görünür kılmak, fark edilebilir kılmak için “başkaldırıyorum” dediyse de kafasına balyoz indirip tepeleme harekâtını tamama erdirdiler.
Ben Magazincinin Militaristini Severim
Balyoz çatal bıçak olup havada uçuşmuş, tepeleme harekâtı için şarkıcı, türkücü, manken sıfatlı bilumum üniformasız kapıkulu 10 Yıl Marşı eşliğinde cuşu huruca geçmişti. 28 Şubat cuntasının bütün gazete ve televizyonları tam tekmil ve teçhizat marifetlerini sergilemek üzere “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” adına psikolojik harp tekniklerinin en gelişmiş tekniklerini cepheye sürmüştü.
Magazin Gazetecileri Derneği tıpkı ÇYDD, ADD, TGB veya Kuvayı Milliye Derneği gibi yüce bir görevle mücehhez olduğunu delilleriyle ortaya koyuyordu. MGD ödül töreninde bir araya gelen devlet sanatçıları “vatan hainleri ve sünnetsiz pezevenklere” karşı Türkçü-Atatürkçü çizginin dışına çıkanları bekleyen akıbeti olabilecek en estetik tarzda somutlaştırıyordu yani.
Tepeden tırnağa faşist karakterler geçidini resmeden linç gecesinde Serdar Ortaç’ın suç ortakları arasında kimler yoktu ki? 10. Yıl Marşı eşliğinde girişilen iğrenç tecavüzün failleri arasında Edip Akbayram, Ercan Saatçi, Mahsun Kırmızıgül, Ajda Pekkan, Kadir İnanır, Mustafa Topaloğlu, Özcan Deniz, Reha Muhtar, Adnan Şenses, gibi askeri vesayet rejimine iliştirilmiş nice vatan evladı şevkle gururla yer almışlardı.
Programın başında Ahmet Kaya’nın şarkısına oturdukları yerden eşlik edenler adeta dolunay görmüşçesine başkalaşarak bir anda resmi ideolojinin Kurt Adamları olarak sahne ve ekranlardan acımasızca saldırıya geçiyorlardı. Neden, çünkü rol kesmeye alışmış, hayatını rol keserek kazanan sanatçıların yapabileceği en iyi rol tahmin edileceği üzere “durumdan vazife çıkarma rolü”ydü. Öyle de oldu ve Serdar Ortaç’ın şefliğinde devlet sanatçıları korosu “Atatürk’ün yolunda tüm Türkiye, bu vatan bizim” söylemleriyle durumdan vazife çıkartarak sahne aldı.
“Onuncu Yıl Marşı” hatırlanacağı üzere 28 Şubat sürecinde linç edilmek istenen düşünce, kişi ve topluma yöneltilen tahrip gücü yüksek bir bomba gibi işlev görüyordu. Kemal Gürüz, Kemal Alemdaroğlu, Nur Serter gibi Ergenekon cuntasıyla iltisaklı akademik kadroların da başörtüsüne, başörtülülere ve başörtüsünün temsil ettiği değerler dünyasına karşı Mustafa Kemal’in Askerleri olarak operasyon düzenlerken bu marşla moral bulduklarını, bu marşla güç gösterisi yaptıklarını nasıl unutabiliriz. İşte tam da bu bağlamda Ahmet Kaya’nın en sıkıntılı süreçte hem Kürt kimliğinin ezilmesine hem de başörtüsü yasağına karşı ortaya koyduğu tavrın ne kadar önemli olduğunu takdir etmemek haksızlık olur.
Ertuğrul Özkök’ün temsil ettiği Hürriyet yani TÜSİAD siyasetiyse bu operasyonda hiyerarşinin en üst diliminde yer alıyordu şüphesiz. İşte bunun içindir ki Hürriyet’in Ahmet Kaya’yı düzmece bilgi ve resimlere istinaden “Vay Şerefsiz” manşetiyle hedef göstermesi çok bildik bir teamülün işletilmesinden ibarettir. Hürriyet’in “Vay Şerefsiz” manşeti içinde bulunduğu kirli ve karanlık ilişkiler ağı çerçevesinde “Topyekün Savaş, Gerekirse Silah Bile Kullanırız, Tank Sesleri, Sivil Toplum Ayakta, 411 El Kaosa Kalktı” gibi daha nice psikolojik savaş amaçlı manşetlerinin bir devamı olarak değerlendirilmelidir.
Ahmet Kaya “kimliğimi kimse içimden söküp alamaz” tarzı beyanlarla Zülfü Livaneli, Edip Akbayram, Onur Akın gibi sol maskeli Kemalizmin temsilcilerinden biri olmadığını ortaya koyduğu için lanetlenmiştir. Evet, ismi anılanlar dâhil sol-sosyalist sanat çizgisinin eserlerinde “işkence, karakol, sorgu, cezaevi, sürgün, kaçak hayatı, infaz” gibi topluma dayatılan zorlu Türkiye gerçeği dile getiriliyordu. Ancak imrendirici tarzda seslendirilen romantik sol devrimcilik, nostaljik mücadele övgülerinin de hakikatte ciddi bir karşılığı yoktu. Bunlar esasen yanlış bir güzergâhı, çarpık bir mücadele anlayışını perçinlemekten başka bir işe de yaramıyordu.
Velhasıl Cumhurbaşkanı Gül’ün müzik ödülü için Ahmet Kaya’yı tercih etmesi yakın siyasi tarihle dolaylı ama olabildiğince ciddi bir hesaplaşmanın işaretidir. Sembolleri hafife almamak gerekir. Elbette bu ödül Ahmet Kaya’ya değil daha çok devletin kendisine bir itibar kazandırır. Çünkü bu adımla bir sanatçıya duyulan öfke ve düşmanlığı fazlasıyla aşıp bir toplumun diline, kültürüne, tarihine hatta varlığına doğrudan kast eden “kronik iç düşman savaş konsepti” reddediliyor.
Su yatağını buluyor, Kürt Açılımı müzik ödülü üzerinden devam ediyor, Türkçü-Atatürkçü zorbalık tasfiye ediliyor.