Öcalan'a yakın Ali Kemal Özcan’dan Demirtaş’a ince ayar

​​​​​​​Prof. Dr. Ali Kemal Özcan:  “Çözüm Süreci'ni kim başlamadan bitirdi?” sorusunu tabiri caizse karambole, oradan da gümbürtüyle faili meçhule götürmenin senin için ne kadar hayatî olduğunun farkındasın!

İstanbul yerel seçimlerinden önce Abdullah Öcalan'ın mektubunu kamuoyuna duyuran ve Öcalan’a yakınlığı ile bilinen Prof. Dr. Ali Kemal Özcan, Selahaddin Demirtaş yönelik cevap bekleyen açıklamalarda bulundu.

Prof. Dr. Ali Kemal Özcan’ın Hürhaber’de yayınlanan yazısını aynen alıntılıyoruz:


6 gün sonra 1 yıl olacak: S.Demirtaş'a avukatı üzerinden elden verilmiş olan bir “kapalı mektup” yazdım. Dün itibarıyla “bu aşamada” siyaseti bırakması üzerine; “Temmuz sonuna kadar haberini alamazsam, sesini duyamazsam yani, mektubu ‘herkese açık' hâle evireceğim” dediğim yazdıklarım (bazı detay kesikleri hariç) ayniyle aşağıdaki gibidir... Nispeten daha kısaca olan ikinci yazışımı da haftaya “kapalı” olmaktan çıkarmalıyım.

 (Öcalan'a Mektup, Kandil'in İntiharı ve İmralı'ya Ne'ye Gittim? kitaplarımın okunmasından sonra, en son olarak da ikinci Türkçe kitap olan Araf'taki Çözüm Süreci'nin sonundaki “Abdullah Abi” mektubumdan hemen sonra okunması istenmiştir.) 

 “Selocan” Nedir? 

Geçen gün bir ortak arkadaşımız ile uzunca görüştük. İlk Türkçe kitabımı ve son çıkan iki kitabımı sana ulaştırmasını “emanet” ettim (Bir yanlış anlama/anlatma olmuş, sadece sözlü notu iletmiş arkadaş, kitapları tedarik yolunu bulacağını söyledi). Bu “kapalı” mektubuma ek olarak da ikinci Türkçe kitabımın (Araf'taki Çözüm Süreci, 2014) sonunda, özel bir hususiyetle okumanı istediğim “Abdullah Abi” (s. 155) başlığındaki Öcalan'a ikinci mektubumu gönderiyorum. Ve “Tehdit” başlıklı kısa yazıyı...

Bu mektuba; “Abdullah Abi” mektubunun 8'inci paragrafındaki “...O anlamadı, ama sen anlarsın Abdullah Abi:” cümlesini takip eden ve “sehven” kesildiğini kitap yayınlandıktan sonra maalesef öğrendiğim (Oysa bu paragraf Öcalan'a Mektup [2012] adlı ilk Türkçe kitabımda yayınlanmış olup 283-4 ve 286 sayfalarında tekraren mevcuttur) şu “kim olduğum” paragrafı ile başlamalıyım:[1]

...henüz tam bilmediğim taraflarım var. Ama bildiğimi bildiğim bazı taraflarım da var. Bunlardan en önemlisi, “tarihi yaşıyorum” dediğim tarafım: sınıflı tarih boyunca; Enkidu-Gılgameş ilişkisinden Spartacus yenilgisine, Zerduşt'ten Mani'ye, Sokrates'ten Marx-Engels'e, İsa'dan Ali'ye, Mazzini'den Trotski'ye, Hallac-ı Mansur'dan Said-i Nursi/Kurdi'ye, Roza Luxemburg'dan Antonio Gramsci'ye, Lenin'den Mao'ya, Grigory Zinovyev'den Saime Aşkın'a, Ernesto'dan Ho Chi Minh'e, Mahir'den Deniz'e, Mazlum'dan Mahsum'a, Haki'den Kemal'e, İbrahim İncedursun'dan Selçuk Şahan'a, Mustafa Kemal'den Abdullah Öcalan'a... benzeri bütün hakketmeden yenilenlerin, ihanete uğramışların yaşanmamışlık-larının toplam ruhunun bir parçacığı olduğumu biliyorum.

Kâinatta tesadüf yoktur: tesadüfler zorunlulukların görünüm/dışavurum biçimleridir. İmralı'ya gidişim de öyle olmuştur... İstanbul seçimlerini nasıl ekmek-peynir gibi “kullanıp” (değerlendirip) gittiğimi son kitaptan okursun. Öcalan ile “sansürsüz” neler konuştuğumuzu, senin gülüşlerini ve öksürüşlerini de kaydeden İmralı kayıtlarından bir gün okursun. Bizden gençsin.

Seni bir “siyasi” figür olarak doğuranın “Ne” olduğunu ve şu andaki mevcudiyetinin sosyolojisini sana yazmak için bu “kapalı” mektubu yazıyorum.

Burada seni küçümseme veya rencide etme amacını (senin deyişinle “fırıldak” amaçları) satırlarımda veya aralarında aramaya çalışma. Arkadaşımızın sana tedarik edeceği ilk Türkçe (Öcalan'a Mektup) kitabımın 165 ve 191'inci sayfalarında iki kez “Öcalan Nedir?” (“kimdir” değil) diye yazmışım. Kim olmak değil “Ne” olmak önemlidir bu hareketin kültüründe.

Bu mektubu okumadan önce bir de özenle lütfen, bizim İmralı'ya gitmemizi engellediğini düşündüğüm (Selocan'ın objektif çalışanı) H. Fidan'a en son söylemiş olduğum Edebali'nin şu cümlesini okumaya çalış! Ki benim yazma, senin de okuma emeklerimiz boşa gitmesin:   

Oğul;

Dünya sandığın kadar büyük değildir, dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüzdür.”[2]

Erdoğan'ı “bir şekilde” yıkma muhalefetine “içerden”, senin deyiminle gol atma, vole hazırlama menajerliğini yapan Sen Ne'sin? Sorumuz bu.

Bu yılın başlarında Erdoğan, bir meclis konuşmasında “Edirne'deki...” diye başlayan cümlesini sarf edince beni arayan Medyascope'un[3] sorusuna cevaben aynen: “Bırakın siyaseten bir şeyler yapmayı... ‘Gerçeklerin ortaya çıkmak gibi bir kötü huyu var' denir, Çözüm Sürecini faciaya götüren konsorsiyumun ‘en yaman' tetikçisi olduğu ortaya çıktığında, onu linç olmaktan sadece Öcalan kurtarabilir” dedim. Ve sözün sırası geldiği her yerde demeye devam ediyorum... Fetullahçı, Kemalist, “Marxist”, “Kürd”cü faşistlerin cümbür cemaati (S. Çürükkaya'dan M. Z. Okçuoğlu'na, Emre Uslu'dan T. Toros'a, F. Portakal'dan Ali Tarakçı'ya bilumum Öcalan düşmanları ve “kripto” Öcalan düşmanı “Kürd” Youtube kanalları) seni tehdit ettiğimi, hatta senin hayatının “içerde” tehlikede olduğunu yazıp söyleyedurdular!

İnsanlığın felsefi birikimlerinin Sokrates'inden Mevlana'ya; Zerdüşt'ünden Nietzsche'ye bir “Kendini bil, kendini tanı!” düsturu vardır: “Bin yıl okusam da ‘Ne biliyorsun?' diye sorarlarsa ‘Haddimi bilirim'” der Celalettin-i Rumi. İslam kültüründe de “İslam'ın altıncı şartı haddini bilmektir” denir...

Sevgili S. Demirtaş; senin ne ölmeni isterim ne de öldürülmeni. Gençsin. Önünde, anlamlı edebileceğin epey bir hayat şansı var: “Her şeyle oynanır, Önderlik ile oynanmaz!” dedim son kitabımın ilgili yerinde, bunu bu başlangıçta da tekrar etmeliyim.

*****

Doğan arkadaşla bir araya geldiğimizde; sana iletmesini ısrarla istediğim bir yaşanmış vakayı kendisine anlattım. Burada sana yazılı hâle getirmem lazım. Zira açıklayıcı yönü “İbreti Alem” ötesidir. Trajik vaka 1982'de bizim köyde yaşandı:

Askerden henüz dönen 22 yaşındaki bir köylümüz... O yıllarda köyler kalabalıktı. Bizim bu bölgenin bir kültürü haline gelmiş olan, elle/sopayla keklik avına gidilirdi. Kışın sabahları şafak atmadan, köyümüzden yaklaşık 10 km. uzaktaki Peri çayının vadisine yürünür, akşamın alacakaranlığında dönülürdü. Keklikler uçmaktan yorularak (her yerde insan çok olduğu için, konunca hemen tekrar uçurulurdu) bir yere konar, insanlar da gidip elle yakalarlardı. Kekliklerden biri; altı buz, üstü kar ile kaplı Peri çayının üzerine konar, kara saplanıp kalır. Bizim genç, kekliği eliyle yakalamak üzere buz/kar üzerinden –alttaki buz çatırdamalarına aldırmadan– “dikkatli-dikkatli” kekliğe uzanırken buz çöker ve suya düşer. Can havliyle iki kolunu karla kaplı buzun üzerine atarak tutunmaya, çıkmaya çalışırken “Yok mu can kurtraaan!” diye imdat eder... Balıklarca bir kısmı yenen cesedi, yaklaşık 3 ay sonra 10 km aşağılarda kıyıya vurmuş olarak bulundu.

Gencecik köylümüz “dikkatli” adımlarla kekliğe yaklaşırken, karşı kıyıdan bazı köylülerin “Lo loo mey mey, bıni cemede terre. Mey!!! (Hey hey adam gelme, altı buzdur gider. Gelme!!!) avazları ile uyardıkları hâlâ anlatılır.

Zihin ve ruh dikkatini celbetmek isterim sevgili S. Demirtaş! Bu bir tehdit değil, bu Kâinatın insan mahlukuna bahşettiği bazı şeyleri önceden görme melekesinin –en az o karşı kıyı köylülerinin “sıradan” melekesi kadar ayan-beyan– bir uyarısıdır:

Buradaki Buz, MHP'yi yeterince “milliyetçi” (yani faşist) bulmayarak ondan ayrılanların kurduğu İyi Parti'nin Akşener'idir. Üzerindeki Kar ise, M. Kemal'i Dolmabahçe'ye hapsederek öldüren faşist-Kemalist CHP elitinin ardılı olarak bugünkü Kılıçoğlu'dur.[4] En altta akan nehrin suyu gerçeklerin “kötü huyu” oluyor...

“Artık!” uçamayacağını düşündüğün “keklik” Öcalan, buzların gürültülü çadırdısına rağmen kekliğe uzanmaktan vazgeçmeyen Sen; karşı kıyıdan avaz eden köylülerin “bir-ağızdan” sesi de Ben oluyorum sevgil S. Demirtaş...

Bu bir “sezgi” de değildir. Görmek isteyene adeta bangır-bangır bağıran olgular, veriler bütününden damıtılmış basirettir, ferasettir... Kimi Kemalist öbeklere muhtaç edilmiş hâliyle bile Erdoğan'ın –hâlâ– bir yerlerde uygulama-dışı tuttuğu “Andımız” marşını, “Buz” partisinin kelli-felli PartiVekilleri ilkokul önlük-yakalarını kuşanarak ayakta okudular ve geri getirme yemini ettiler. “Kar” partisinin sözcüleri de geri getireceklerine dair her fırsatta “seçim/iktidar vaadi” olarak tekrar ededururlar.

3-5 yaşlarındaki Kürt çocuklarına tam 80 yıl her sabah okuttukları “Türküm” diye başlayan ve “Varlığım Türk varlığına armağan olsun!” ile biten “Andımız” marşını...

Dahası; “Niye herkesi ‘Türk varlığına armağan' ediyorsunuz?” diye soranlara: “Türk derken ‘Herkesi' kastediyoruz” diyerek sadece Kürtlerin haysiyetiyle kalmayıp aklıyla oynamayı da pervasızca sürdürdükleri “Andımız marşımız”ı!

Kahvaltısını beklediğin “Buz” partisi lideri, meclis grup konuşmasında Erdoğan'ı “O İmralı'daki kankanı tekrar devreye koyarsan... Sakın ha, sakın haa, sakın haaa!” diyen cazgın tehdidini o “Andımız”ı önlük-yaka ayakta bağıran yine o vekillerine ayakta alkışlattırdı. Bu “demokRAsi” cephenizin Kar-Buz ikilisinden yine “Kar” partisinin başındaki beşerimiz ise, Erdoğan'ın İmralı hatırlatmasına: “O meşru değil ama ‘bizimki' meşrudur” diyerek “çözümünü” seninle meşruiyet zeminine oturtuverdi! ...

Peki sen, en azından Çiçero'dan Russo'ya kadar olan devasa meşruiyet literatüründen bir-iki kaynak okumadın mı? Hukukçusun... Okumadıysan niye okumuyorsun? Bundan bir-iki tanesini Kılıçoğlu'na niye göndermiyorsun?? (Seçilmekle, hele Türkiye'deki parti/seçim sistemiyle seçilmiş olmakla, “seçilmiş olanlar arasından seçilmek ile meşru olunmaz!” der bunun literatürü...) Bu literatürün bu yalın kriterine göre asıl meşru olmayanın sen ile Kılıçoğlu olduğunu; asıl meşru olanın ise, 30 yıldır bölgesinde birinci olan bin-bir isimli partilerin kurucusu (ve isim babası) olarak “İmralı'daki” olduğunu niye okumuyorsun, niye yazmıyorsun, niye söylemiyorsun ???  

Senin işin hikâye-senaryo mu yazmaktır? Erdoğan'dan Öcalan'ı devreye sokmanın (6 yıl: Oslo, Habur, İmralı vs.) intikamını alma peşindeki bu “demokRAsi güçleri”ne menajerlik mi yapmaktır ?? Sen Ne'sin, senin Öcalan'a intikam dürtülerin daha mı derinlerde yoksa ???

Bunu anlayacağız, bunu çözeceğiz...

Evet, “sorumuz bu” demiştim: Psikolojinin Marx'ı olarak bilinen Freud: “Bilinç altı; insanın sadece bilmediği değil bilmek istemediği, kendi nefsine söyleyemediği, kendi ‘örtük' gerçekliklerinin depolandığı/zulalandığı yerdir” der. Onun için de Öcalan: “Benim sizden farkım, kendimi kendime itiraf edebilmemdir” der. Ve yine bunun için Öcalan ikinci görüşmemizin ortalarında bir yerde (H. Dicle'nin “Kandile sormadan götüremem” dediği kitaplarımı okuduktan sonra) durup-dururken “Seni buraya Allah gönderdi” diye haykırdı.

Selocan'ın “Ne” olduğunu söylemeye şuradan başlamalıyım sevgili S. Demirtaş: 1990'ların ortalarına doğru PKK örgütlenmesine yığılarak Kürtlerden “adeta intikamını alan” ve Öcalan'ın “Örgüte karşı yenilmiştim, yenilgi içimi asit gibi eritiyordu” dediği Kürt gericiliğinin (Sümer Rahip Devleti-II, s. 97-98)[5] bir yaratımı – tasarımı yani– olarak şekillendi bu “liderlik”...

Yoksa 20 yıldır bu geleneğin rahminde “siyaset” yaptığını/öğrendiğini düşünen SEN:

  • Canlısı dururken “Alışsanız iyi olur, daha Başkan Apo'nun heykelini dikeceğiz, heykelini!” dediğin heykelin canlısının Ne olduğunu konuşmayı/yazmayı neden hiç akıl etmezsin?
  • “İçeride” gibi bir fırsatının zamanını bunu akıl etmek yerine, hikâye-senaryo gibi “deneme”lere niye harcarsın ??[6]
  • Erdoğan'ın tepside sunduğu “Edirne-İmralı hesabı” fırsatını; bu “İmralı”nın Ne olduğunu, Ne'den hesap verilmesi gereken “Merci” solduğunu söyleyip yazacağına; “Biz partimize, bağımsız yargıya (nereden getireceksen!) hesap veririz” gibi fırıldaklığı bile kıskandıracak kadar bir ukalalık abidesi cümleni bilinçaltının Nere'sinden kurarsın ???

Kandil'den D. Kalkan'ın bile “Hepimiz O'na hesap vereceğiz” demesiyle, sana kapı sonuna kadar açılmışken...

Bak ben “tek-başıma” Öcalan'ın NE olduğunu anlatmayı adeta sınırsız-hudutsuz serbest hâle getirdim Türkiye'de... Bunu 18 yıllık “maraton” ile nasıl yaptığımı sonra sorarsın.

Üzümünü ye bağını sorma şimdilik! Görüşürsek anlatırım.

Bizim köyün ikinci bir “küçük trajik” vakası da şöyledir sevgili S. Demirtaş: Köy içi duvarının dibinde tesbihini çeken, o sıralarda 70'li yaşlarındaki amcasına, o sıra 40'lı yaşlarında olan bir “saf” yeğeni: “Apé Şeref, tu kı mıri wé tızbiya xwe dıdi mın?” [Şeref amca, sen öldüğünde o tesbihini bana verir misin?] der. Apé Şeref: “Oğul, Memé mın, ki péşta tere kes nızanı” [Memedim, kimin önce gideceğini kimse bilmez!] diye cevaplar sühulet  içinde...

Kısa süre sonra yeğen, Elazığ'da bir traktörün altında kalarak can verdi: istediği tesbihini burada bıraktı... Apé Şeref epey sonra öldü.

Buradaki “tesbih” sevgili S. Demirtaş, sözünü ettiğim üçlü koalisyon olarak (iflah olmaz Öcalan düşmanlığı paydasında birleşen) Kemalist faşistlerin, “Kürdcü” faşistlerin ve “Marxist” faşistlerin adeta sezaryenle doğurttukları, senin bilinçaltının “Selocan” liderliği olabilir mi acaba?

Bunu çözeceğiz, bunu anlayacağız...

Sana, anlamak için bir ipucu vereyim: Bu “Selocan” yaratımını – daha doğrusu, yatırımını – canhıraşça “önde” tutanların, yani tetikçi tutmakta “hayli heyecanlı” olanların Öcalan ile ilgili elle-tutulur (en azından biraz ilmî ve biraz vicdanî) bir değerlendirmesini, bir cümlesini, bir paragrafını bana gönderirsen; sana karşı önyargılı olduğumu ikrar edip senden özür dilemeye varım. Sen de bu Üçlü Bileşke'nin öyle bir spotunu bulmaya var olacaksın! Ve bulamazsan; kendini kendine itiraf etme sürecine bir-yerden giriş yapabilirsin.

Bir ip-ucu daha: 2013 Ocak'ından 2015 sonlarına kadar süren İmralı Süreci'nin 36 ayı boyunca sen S. Demirtaş veya “Selocan” olarak Süreç'in kendisi ve süreci başlatanlar hakkında, tabiri caizse, “Allah razı olsun!” mealinde bir olumlu, umut verici ve/veya katkı yapıcı bir cümleciğini bana aktarırsan seni kıskandığımı “itiraf” edip senden af dilemeye var olacağım. Öcalan'ın dolaysız devrede olduğu 3 tam yıl boyunca...

Yoksa eğer; bundan sonra yazacaklarımı daha dikkatli, daha odaklanarak, daha bir gönül gözüyle –kendini kendine itiraf edebilerek yani– okumaya girişebilirsin.

Buz-üstü Kar partisinin Kılıçoğlu'ndan “Kürt sorununu çözme yolunda ‘imzalı' iki adet söz” aldığınızı öğrenmiş oldum... İçine iblis/şeytan girmiş “fırıldak” siyaset için, Mü'min Süresi'nin 74'üncü ayetinde şöyle bir meal vardır: İşte Allah, kendisinden gelen gerçekleri örtbas edenleri, böylece şaşırtır. Bu durumunuz alakalı olarak, halkın ürettiği bir deyim de şunu der: İnsanın fikri ne ise zikri de o olurmuş...

Cılkını çıkarmış olarak “Kürt sorunu” dediğiniz Türk-Kürt ilişkileri sorununda kayyum meselesinin yeri hiç olmadığını söylemek abartı olmaz. Bir türev sorundur çünkü.

Ayrıca, belediye hizmetlerini doğru-dürüst bilmediğinizi ve/ya yapmadığınızı Allah da kul da biliyor. Neden kayyum derdi sizin için “Kürt sorunu” çözümünde bu kadar “acil talep” oluyor? Oysa o belediyelerdeki yolsuzluklarla ilgili az “koku” yok! Bu kötü kokulardan, bizzat seçmenlerinizce “Kayyumlar bizimkilerden yolsuzlukları öğrendi” vecizesi üretildiği de yaygınca konuşuluyor. Bilmiyor olamazsın...

Ana dilde eğitim” ise asıl sorunun içinde bir “çerez” kadardır. Çünkü asıl sorun; sizin hem bilmediğiniz hem bilmek istemediğiniz, senin “Ortak evimiz” dediğin Türkiye Cumhuriyeti'nde “Kürt kökenli” değil Kürt olmaktır. Bu da en acil ve en zalimane olarak Kar ve Buz partilerinin geri getirmeye ant ettikleri “Andımız” marşında ve 1924'ten 1982'ye Anayasa'nın şu “demirbaş” 66'ncı maddesinde kendini var eder: “Cumhuriyet'e vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk'tür.” Acil talep listenizde bunlar hiç geçmiyor!

Yani o en vahşiyane deyimin anlattığı gibi: Koyun can derdinde, kasap et derdinde olmuş oluyor... Değil mi?

Çünkü o malum anayasa maddesi ve “Andımız” ile başlanırsa, çorap söküğü gibi bu sorunumuz çözüme gider. Kayyum-Anadil türü söylemler ise sorunun etrafında dönüp-dolaşıp ipe un sermeye, yani çözümü hep ertelemeye götürür. Dolayısıyla; “Ova eliti” dediğim tarihin keneleri kadrolarının kilitlenmiş oldukları “Baba” hedef olan Öcalan'ın İmralı'daki “hayırlı” bir cenazesine bir-şekilde ulaşılmış olur... Öyle değil mi sevgili S. Demirtaş?

*****

Çözüm Süreci'ni kim başlamadan bitirdi?” sorusunu tabiri caizse karambole, oradan da gümbürtüyle faili meçhule götürmenin senin için ne kadar hayatî olduğunun farkındasın!

Şu an “içerde” olmanın sebebinin “Bu süreci akamete götüren Erdoğan'a ‘Seni başkan yaptırmayacağız!' seslenişinin olduğu” söylemlerini duydukça adeta havalara uçtuğunun da ben farkındayım, takdir edersin...

Kendi “kaçılamaz” gerçekliklerinden korkmamanı temenni ederim sevgili S. Demirtaş: başlamadan bitirilen Süreç'in henüz birinci yılı dolmadan; Kandil'den “AKP muhatap olmaktan çıktı” seslerinin hemen ertesinde (17 Mart 2014), sen Al Jazeera'ye gerilla komutanı üniformasıyla[7] çıkıp “Evet, bu hükümet giderek muhatap olmaktan çıkıyor” deyiverdin.

Oysa bundan 4 gün sonra okunacak olan (muhtemelen senin bu sözleri “gerilla komutanı” olarak sarf ettiğin günlerde yazdığı) Newroz seslenişinde Öcalan: “Bu süreçte iki taraf da birbirlerinin iyi niyetini, gerçekçiliğini, yeterliliğini test etmiştir. Bu testten Hükümetin ağırdan alma, tek taraflı yürütme, yasal temelden kaçınma ve uzatma tutumuna rağmen iki taraf da barış arayışından kararlılıkla çıkmıştır.” dedi Türkçe ve Kürtçe —Newroz alanı milyonlarına... Aynı Newroz meydanına, sinevizyondaki video mesajında Bayık ise Kürtçe:

AKP'nin çözüm önündeki en büyük engel olduğu ortaya çıktı. Bu engel ortadan kaldırılmadan çözüm gelişmez.”

Bu aynı Newroz'un yarım gün öncesi (20 Mart 2014 akşamı) Ova elitinin ve senin ortak “akil adamı” olarak Prof. M. Altan adeta Örgüt adına (televizyonunuz İMC Tv'de) asıl kördüğümü atmış oluyordu: “Öcalan 15 yıllık mahkûm, acaba Kandil'de olsa nasıl konuşur?”

Türkçesi yani: “Ey herkes! siz İmralı'daki ‘esir' Öcalan'a değil Kandil ve bizim ‘Yatırım' arkadaşa bakın!

Şüphesiz ki burada Bayık'ın niyetini bilemem. Burada senin ve iflah olmaz Öcalan düşmanlarından Altan türlerinin perde-gerisi sponsoru F. Gülen Bey örgütlenmesinin mi Bayık ve Kandil'i kandırdığını yoksa onların mı sizi yönlendirdiğini tespit etme şansım yok. Yani Vizontele'deki Deli Emin'in dediğindeki gibi “Ya türkü kısa ya da yol uzun” idi.

Ama objektif olarak sen, Bayık ve Altan'ın aynı orkestradan ilhamlandığınız muhakkak oluyor: “AKP muhatap olmaktan çıktı” ise eğer, neden bunu söylemeyi Öcalan'a bırakmadınız?  Hani O “baş-müzakereci” idi ??  Hani O heykeli dikilesi “Başkan Apo” idi ???

Onun için de Öcalan ile, İmralı'nın iki günü boyunca; bilemediğimiz niyetlere değil, Örgüt literatürünün en elle-tutulur kavramı olan “objektif ajanlık” meselesinde odaklandık. Adeta iki günümüzü buna adadık.

Öcalan'ın bu kadar zır-zop hilafına (boşa çıkarıcı) “AKP'yi” henüz işin başında muhatap olmaktan menettiren “akıl” size nereden ayan oluyordu, hangi “gaipten” geliyordu?

Kuvvetle “belki de” D. Kalkan, Erdoğan'ın sunduğu İmralı-Edirne fırsatını “Hepimiz Önderliğe hesap vereceğiz!” diye değerlendirmiş oldu.

Bunun hesabını vermeden Kar-Buz Birliği'nin menajeri olmak seni kurtarmayacağı gibi, kendini kendine itiraf edebilen bir özeleştirinin yolu da sana tıkalı kalır sevgili S. Demirtaş.

Sadece bu mu? Erdoğan'ın etrafındaki faşist-Kemalist öbeklerin şu sıralar Kuzey Suriye operasyon tamtamlarına –ve sonrasındaki muhtemel girişimine– karşı çıkmaya ne yüzün ne de gücün olur. Gerçekler o “ortaya çıkmak” huyundan vazgeçmez! Az bedel ödenmedi, geri-alamayacağımız az can toprağa verilmedi... (Burada “Tehdit” yazımdaki İHD'nin 2015 ve sonrası rakamlarına bakarsın: 2015'ten 2020'ye 5 bin 365 kişi)

Daha ötesi; 3 yılın (12'den 36 ayın) hesabı verilmeden, şu andaki “taraf'ların “En iyisini ben yaparım”[8] dediği Suriye operasyonunun ve/veya başka bir Kürt düşmanlığı eksenli devlet-akılsız saldırıların da önüne geçilemez. Bunu mutlak bilmeni isterim!

Geçmiş değiştirilemez gün, gün değiştirilebilecek tarihtir... Öcalan'daki dört adet kitabımı, kendisinin bize tanıştırdığı “Tarihi yaşama ruhu” odaklı imzaladım. Mesela Kandil'in İntiharı'na: “Sevgili Abdullah Öcalan; Ruhunuzu da ‘tarihi yaşama' ruhu ile okumanızı diler, saygılar sunarım” notunu düştüm. Zira kendileri: “Ruhunda ve bilincinde tarihi doğru yaşamayanlar hiçbir özgürlük ve eşitlik iddiasında bulunamazlar” der.[9] Yani, eski defterleri karıştırdığım şeklinde bir kendi-kendini “idare” etme yoluna gitmeyesin... Yine yani; “Tarihi (eskiyi) gün gibi yaşamazsan, günü tarihî edemezsin.” Bir de öyle bir “yaman” rol aldığın bir “eski”yi!

Yıkımının “yaman” tetikçiliğini omuzladığın o Süreç artık tarihtir şüphesiz. Ama onu, günün anı gibi yaşamaktan sakın kendini alıkoyma! Geleceğin kaderini ilmik-ilmik örebilmek için... Nesillerimize kabul-edilir bir miras bırakabilmek için!

Bu dediğim alana giremediğin, kendini çözen/anlayan bir arenaya yabancı kaldığın için sevgili S. Demirtaş, Can Dündar'a mektup yazmaya bile zaman ayırabiliyorsun. 2002-3 ayrışmasında Dündar Bey'in: “Öcalan'a karşı Öcalan” diye bir “yaman” makale yazarak bir “mayın eşeği”ne[10] şiddetle umut bağlayabilen biri olduğunu bilirsin sanırım. Bilmiyorsan, bil!

Senin bu “konjonktürde” bu mektubu ona yazman ne kadar tesadüf değilse, İmralı görüşmemizde seni gündeme getiren devlet yetkilisine cevaben yaptığı konuşmasına Abdullah Abi'nin Osman benzetmesiyle söze girmesi tesadüf değildir... Değildir!

*****

Bulunduğun yerden menajerliğini adeta “hakkıyla” yapmayı denediğin “muhalefet” neye kilitli sence? “Kürt meselesinin çözülmemesi için ellerinden geleni ardına koymama” ötesinde bildiğin/duyduğun bir şey varsa söyle, ben de en azından yardımcılığına talip olurum!

O yıkma tetikçiliğine canla-başla soyunduğun Süreç'in 3 yılı (36 ay) boyunca Kılıçoğlu, o sırada Akşener'e hamile olan “Bahçeli'si” ile Erdoğan'a bir-ağızdan saldırıyordu (Sen de İmralı seferleri aralıklarından yaylım ateşiyle Cephe'de yerini alıyordun). Şimdi ise adeta yeniden keşfetmiş tetikçileri “Edirne” ile bir çözüm aralığı belirmemesi için saldırmaya devam ediyorlar... Yanılıyor muyum sence?

Kılıçoğlu'nun “Bize katılın çözelim” bilinç altısı ile İYİ hanımın Öcalan için Erdoğan'ı –ayakta alkışlı– tehdidi eşgüdümündeki nazik-ötesi “Selahattin” anması da tesadüf mü sence ??

Veya mesela; Kuzey Suriye'ye girmeye girişilirse, senin muhalefet, yani “demokRAsi güçleri”niz bir “demokratik” hassasiyetle savaşı durdurmaya mı yönelir diyorsun? Yoksa “Biz bu işi daha iyi yaparız!” naraları mı atarlar sence ???[11]

***

28 Şubat Dolmabahçe Deklarasyonu'ndan 16 gün sonra sevgili S. Demirtaş, Öcalan'ın örgütüne çağrısının cevabı beklenirken ve aynı zamanda Öcalan'ın 2015 Newroz'undaki söyleyeceklerine 5 gün kala, sen; bıyıksız “bıyık-altı” tebessümünün eşgüdümünde: “Tek cümleyle… bunun sözünü vermek istiyorum: HDP'liler bu topraklarda nefes aldığı müddetçe sen başkan olamayacaksın” sözünü kimden alıp kime verdiğinin hesabını vermeyi erteledikçe işin “geri-dönülmez” sokağa girer.

Öcalan ve M. Kemal'in en-faşist düşmanı olarak ve adeta Kürt düşmanlığında “birbirine burun farkı” ile yarışan bu Kemalist öbeklerden oluşan tarafların “en-yaman” tetikçisi olmaktan başka bir yol-yolak kalmaz önünde... Bil bunu artık bence!

O “muhteşem söz”ünün sonrasında neler olduğunu unutuyor gibisin, değil mi? Unutmak istiyorsun: Milyonlarca HDP'li nefes aladuruyor, Erdoğan 7 yıldır başkandır... Daha ne kadar devam edeceğini de şimdilik bilmiyoruz (Medyascope'ta “Kemalist öbekler” dediğim Perinçek türü vesaireden silkinip/titreyip kendine dönerse daha epey de yolu olur)...

Bu hareketin ne geleneğinde ne kültüründe boyundan büyük konuşma mevcuttur. Bunu bilmiyorsun, buna yabancısın...

Peki; bir kürsünün üstüne çıkıp ellerini de yukarı kaldırarak elde edilmiş bir “boy” ile, böyle boyundan 7 kat uzun konuşma kendini-bilmezliği sana nereden sirayet etti ???

Söyleyeyim: Bunun “iflah olmaz Öcalan düşmanları” dediğim züğürt-ama-faşist Türk solu (Kemalist'inden Memalistine kadar) ve sefil-ama-faşist “Kürdcü” zevattan geldiği artık bize ayandan da ötedir. Bilmen lazım!

Senin vakit kaybetmeden bu “fırıldak” alanın toz-dumanından silkinmen hem lazım hem elzemdir sevgili S. Demirtaş. Senin hem insanî hem siyasi kaderin burada meftun olmuştur. Bunu iyi bilmen, bunu bilince iyice çıkarman lazım!

*****

Senin “Ortak evimiz” dediğin bu ortak vatanın bir iç savaşında, Öcalan'ın İmralı'dan sağ-salim çıkmayacağını bildiğini biliyorum. Benim de Dersim gibi “asi” bir yerden şansımın yaver gideceğini sanmak ahmaklık olur.

Ama senin de Edirne'den Kars'a herhangi bir mahalde, taraflardan birinin (seninkilerin yani!): “Nerde bizim Selocan; bizim bu ‘yatırım lider' tam da şimdi lazım değil mi bize?” diye sırılsıklam seni arayacaklarına dair bir umut kırıntın var ise, demek olur ki bu; sen fırıldaklığı bile amuda kalkmış olarak resimlemişsin “hülya” dünyanda... Bu sesi duy sevgili S. Demirtaş! Baştaki o Ankara Grubu'na 2005 paragrafını eline al, yazdıklarımı bir daha oku.

*****

Bu “kapalı” mektubun ANA sebebi sevgili S. Demirtaş; 18 Haziran'daki Öcalan'ın hâlâ geçerliden öte olan ona-buna, şuna-buna PAYANDA olmama, yani ikisinden birine avcı sopası olmamaya seni son defa çağırmaktır. “Çizgi” budur. Öyle “demokRAsi ittifakı” türü çürük yumurta kokusu veren ucube “siyaset” sarmalına SON ver!

Kavgaları bizim kavgamız değil! Hangi taraf “aklını toplama” emaresi gösterir de baş-aşağı asılmış bin yıllık Türk-Kürt ilişkilerini düzeltmeye meylederse onlara yaklaşırız.

Neymiş: “3'üncü ittifakımız var” AMA “Kürtlerin gündeminde seçimi boykot yok” imiş... Yani “Bakmayın bizim Üçüncü İttifak fırıldaklıklarımıza, bizim arka bahçedeki 7 milyon oyumuz (siz onları köşe-kapmaca ile kedi-fare de etseniz) ikinci turda size ‘çantada keklik' olarak kurbandır, endişeye gerek yok!” diyorsun... Değil mi?

Bu “demokRAsi” işini herkese yutturma umudun zirveye çıkmış olabilir. Bilmem. Ama bunu; önce Öcalan'ın sonra da benim yutmamı umut etme!  Kürtlerin o 6-7 milyonunun da ne kadar yutacağını hep birlikte göreceğiz...

Şimdilik diyeceklerimin sonuna gelirken; bu mektubuma “kapalı” dememin sebebi de şudur: niyetim bağcı dövmek değildir. Yani seni kendini kendine itiraf edebilme gücü ile tanıştırmaktır maksadım.

Senden bir ses –yolunu senin tercih etmen üzre– çıkana kadar kapalı bırakacağım. Ama zamanının ucunu açık bırakamam, zira vakit kaybetme lüksünü kimse bize bahşedemez! İki-üç hafta süre mektubun eline ulaşması, bir ay da “muhaseben” için olsun.  Temmuz sonuna kadar haberini alamazsam, sesini duyamazsam yani, mektubu “herkese açık” hâle evireceğim.

Seni bilmem, benim lüksüm yoktur.

Sen de istersen ve seni “Selocan” eden alaşımın ana unsurlarından bir engelin çıkmazsa, seninle görüşmeyi canı gönülden isterim. Ortak arkadaşımız bunun yolunu bulabilir. “Küçük-büyük” demem, Edebali'nin ferasetine aynı candan aynı gönülden inanırım: “Dünya sandığımız kadar büyük değildir, dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüzdür.

Dediğim gibi, vakit kaybetme lüksümüz yoktur. Yani ilk fırsatında... Ben fırsatımı yaratırım.

  Ali Kemal Özcan

7 Haziran 2022 / Kardere

[1] İlk olarak Cemil Bayık şahsında Ankara Grubu'na yazılmış [2005], ayrıca “Abdullah Abi” mektubunun da aslıdır bu hâliyle.

[2] İmralı'ya Ne'ye Gittim, (2021), s. 295-312, “Son-Söz: Devlete –Yani Vatana ve Millete– Açık Mektup”

[3] O elbirliğiyle faciaya çevirdiğiniz malum süreçte Kandil'e gidip “Ne kazandınız, niye silahlı mücadeleyi bırakıyorsunuz?” diyen R. Çakır'ın kanalı.

[4] Buradan sonra CHP genel başkanına, geçenlerde yaptığı bir konuşmada “Ben terörle mücadeleyi bunlar gibi yapmayacağım, o terör yuvası Kandil'i yerle yeksan etmezsem bana Kılıçdaroğlu demesinler” dediği için, Kandil'i yeksan edene kadar “Kılıçoğlu” diyeceğim.

[5] Bu mealdeki hiçbir şeyi okumak istemiyorsan da; bu iki cildi –bu mektuptan sonra– yeni baştan okuman...

[6] Öcalan bütün evrensel manifestolarını; o senin arkandaki üç faşist bileşkenin “Devletin elinde bir esirdir” dediği o “içerde”ki İmralı tabutluğunda yazdı.

[7] Müzakere/barış süreciyle “uyumlu” bir şekilde Ova'daki “sivil siyasetçi” olarak! Öyle mi?

[8] Esat'la daha “maliyetsiz” işi pişirmek isteyen senin DemokRAsi cephesi adına CHP sözcüsü: “Bu iş davul-zurna ile olmaz” dedi.

[9] Bir Halkı Savunmak (Haziran 2004), Çetin Yayınları. s. 94.

[10] Ki A. Öcalan'ın en yerinde tanımlamasıdır... Ve “koronadan” öldüğünde kimin başsağlığı dilediği meçhul!

[11] “Ben terörle mücadeleyi bunlar gibi yapmayacağım, o terör yuvası Kandil'i yerle yeksan etmezsem bana Kılıçdaroğlu demesinler” gibi mesela!

Yorum Analiz Haberleri

Mahmus Abbas'ın ihanetiyle direniş güçlenecektir!
Gerçek bir lider, ‘övgü, yergi ve tehdit'lerle aslî hedefinden sapmaz!
CHP'nin ideolojik körlüğü Suriye meselesinde ayyuka çıktı!
“Suriyelilerin genelinde zalim bir diktatörü devirmenin onuru var”
Suriye'de yaşananları insani pencereden değerlendirebilmek...