Geçtiğimiz hafta Öcalan, örgütün verdiği 'son tarih' olan 15 Ekim'den bir gün önce beklenen açıklamayı yaptı ve 'son tarihi' boşa çıkardı.
Son bir yılda başlatılan sürecin anlamının büyük, yürütülen çalışmaların önemli olduğunu ifade ederek, bunların toplumu rahatlattığını, büyük zelzelenin dindiğini dile getirdi. Ancak 'dağ gibi sorunların durmaya devam ettiğine' de dikkat çekti.
'Süreçle ilgili umudumu korumakla birlikte bu umudun hayal kırıklığına dönmemesi için tarihi çağrımı bir kez daha tekrarlıyorum' diyen Öcalan, sürecin yanıp bitip kül olduğunu ilan etmek için tetikte bekleyenleri de hayal kırıklığına uğratmış oldu.
Ne var ki, Öcalan'ın açıklamasından üç gün sonra ekrana çıkan KCK Yürütme Konseyi Üyeleri Bese Hozat, Sabri Ok ve Mustafa Karasu, demokratikleşme paketini eleştirerek, sürecin kendileri açısından bittiğini ifade etti. BDP Eş Başkanı Demirtaş'ın da demokratikleşme paketini Devlet Bahçeli'den bile daha öfkeli bir tonla eleştirdiğini hatırlatalım.
Bu verilerden, silahsız mücadeleyi bir taktik değil, kalıcı bir strateji olarak gören tek aktörün Öcalan olduğu anlaşılıyor. Otuz yıldır tek varoluş koşulu olarak silahı bellemiş olan çevreler, sivil siyasette yer alsa bile sandığın üzerindeki silah gölgesinin çıkarına olduğunu düşünenler için zor bir süreç söz konusu. Çünkü alışkanlıklarıyla liderleri arasındaki bir sarkaçta gidip geliyorlar.
Geçtiğimiz hafta süreçten sorumlu Bakan Beşir Atalay, katıldığı bir programda BDP'li bazı siyasetçileri siyasî olgunluk ve nezaketten uzak olmakla eleştirdi. Ardından, Öcalan'ı kastederek, şu açıklamalarda bulundu:
'Onlar, bu konularda daha yetişmiş bu siyaset yapanlardan, daha olgun, bu işleri daha bilen ve daha makul yerdeler. Onu da burada bu vesileyle söylemek istiyorum. Bu işleri değerlendirirken biraz okuyarak, bilerek değerlendiriyorlar. Daha tutarlı, daha makul ve bu işi daha bilerek, Türkiye'yi, Türkiye'de neyin olup olamayacağını, süreç nasıl yürür, nasıl yürümez onu, onlar daha iyi biliyorlar.'
Geçtiğimiz günlerde, Başbakan Başdanışmanı Yalçın Akdoğan da Atalay'ın Kandil'e değil, sadece Öcalan'a atıfta bulunduğunu belirten bir yazı yazdı ve bu görüşe katıldığını belirtti. Ki neticede, 21 Mart'taki 'silahlar sussun, fikirler konuşsun' mottosuna uygun davranan tek kişinin Öcalan olduğu düşünülürse, bu tesbitin doğruluğunu teslim etmek gerekiyor.
Öyleyse önümüzdeki soru şu: Öcalan'ın bir 'enstrüman'dan ziyade, bir 'aktör' olarak, diğerlerine göre daha makul bir yerde ve üstelik hiyerarşik olarak daha üst bir konumda bulunduğu düşünülürse, hükümet bundan sonra süreci yürütmek noktasındaİmralı'nın pozisyonunu sağlamlaştırmak için neler yapacaktır?
Örneğin, en nihayetinde bir mahkûm olan Öcalan'ın BDP heyetiyle düzenli olarak görüşmesi sağlanacak mıdır?
KCK'lıların fotoğrafları Sözcü'de bile çarşaf çarşaf yer bulmuşken, Öcalan'ın BDP heyetiyle çektirdiği fotoğraf yayınlanacak mıdır?
Ya da siyaset yapma biçimi eleştirilen BDP'li vekillerden çok, Öcalan'ın söylediklerini kamuoyuna direkt iletme imkânı sağlayacak olan medya görüşmesi gerçekleşecek midir? Bu vesileyle, bir mahkûmun gazetecilerle görüşmesinin de yasal hakkı olduğunu belirtmiş olalım.
Nitekim Öcalan'ın, Ağustos 1998'de, içlerinde merkez medyadan 20 Türk gazeteci de olan stüdyoya telefonla bağlanıp, canlı yayında ateşkes ilan ettiği ve sonradan o gazetecilerin mevzubahis basın toplantısına gitmesini Genelkurmay'ın da onayladığı ortaya çıktığına göre bunlar atılması çok zor olan adımlar olmasa gerek. Öcalan'ın canlı yayında okunan Newroz çağrısının saatlerce ekranlarda tartışıldığı bir Türkiye'de yaşadığımız da unutulmamalı.
Hükümet, şimdiye kadar süreçte üzerine düşen pek çok adımı gerçekleştirmiş olsa da, KCK'nın menfî ve sözünde durmayan tavrına bakıp süreçten vazgeçmeyecekse, Öcalan üzerinden sürece yön vermeye devam edecekse, Öcalan'ın örgüte hâkimiyetini artırmak bağlamında bu soruların üzerinde düşünülmesi gerekir.
YENİ ŞAFAK