Öcalan faktörü

Ali Bulaç

Kürt sorunu, PKK lideri Abdullah Öcalan'a "çocuk katili veya teröristbaşı Apo" diyenlerle "Sayın Abdullah Öcalan" diyenler arasında sıkışıp kalmıştır.

Bu isimlendirmeleri kullananların kendilerine göre gerekçeleri var. Ama ortada bir gerçek var: Öcalan'ın PKK üzerindeki etkinliği devam ediyor, kurulan Kürt partileri adım atarken onun reflekslerini hesaba katıyor ve Kürtlerin önemli bir kesimi, en azından BDP seçmeninin önemli bir bölümü ona sempati duyuyor.

Kürt sorunu üzerinde düşünüp de çözüm yolları ararken, Öcalan faktörünü hesaba katmak lazım. Burada da yapılması gereken şey, siyasi görüş ve tercihimiz ne olursa olsun, sosyolojide kullanılan bir yöntemi takip etmekte, yani "olan" ile "olması gereken"i dikkatli bir biçimde ayırmaktır. Bizim görüşümüze göre, Öcalan "bebek katili" olabilir, "teröristbaşı" nitelemesine hak kazanır, ama eğer bugüne kadar 40 bin PKK'lı öldürülmüşse ve halen PKK denen bir örgüt ve bu örgütün sürdürdüğü silahlı mücadele varsa ve nihayet örgütün itibar ettiği isim Öcalan ise bu durumda ya 40 bin PKK'lı daha öldürmeyi ve elbette 5 bin askeri daha feda etmeyi göze alacağız, ya da Öcalan faktörü üzerinde düşüneceğiz. Müebbet hapis cezası almış bir örgüt lideri, bir işaretiyle her şeyin akış yönünü değiştiriyorsa, bunu görmezlikten gelmek çok akıllıca değil, bu sorunun çözümünde onun ne türden katkılarının sağlanacağı üzerinde düşünmek daha akıllıca olmalı. Devletin birtakım birimleri zaten bu faktörü kale alıyor. Bizzat Öcalan, "bazı istihbari" konularda devlet yetkililerinin kendisiyle görüştüğünü söylüyor. Ancak süreç işlemiyor, çatışmalar durmuyor, bu ülkenin çocukları toprağa düşmeye devam ediyor. Mesele, Kürt sorunu üzerinde samimiyetle kafa yoran aydınların da bu faktör üzerinde serinkanlılıkla düşünmeleridir.

Abdullah Öcalan, gücünü nereden alıyor? Neden Kürt siyasetçileri ve aydınları yeterince Kürt hareketi üzerinde belirleyici olamıyor? Bunlar hakikaten üzerinde düşünülmesi gereken sorulardır.

İlk bilmemiz gereken husus şu ki, İngiltere, İspanya vb. yerlerdeki ayrılıkçı hareketler ile Kürt hareketi arasında temel bir ayırım var. Söz konusu yerlerdeki hareketler "siyasi" örgütlerdir. Pozitif siyaset yoluyla taleplerini kabul ettiremeyenler ya sonra işi silahlı mücadeleye dökmüşlerdir veya eşzamanlı olarak hem siyasi hem silahlı mücadele beraber yürümüştür. Her iki durumda silahlı mücadele siyasi partileri takip etmiş, terör ve şiddet eylemlerine başvuranlar, sivil siyasetçilere bakıp adım atmışlardır. Başka bir ifadeyle söz konusu ayrılıkçı hareketlerde piramidin tepesinde siyasi partiler veya siyasi şahsiyetler vardır, silahlı örgütler onlara bağlıdırlar. Bu yüzden, İngiltere veya İspanya, el altından gizli görüşmeler ve pazarlıklar yapmış olsalar bile -ki elbette çok yapmışlardır-, asıl açıktan muhatap aldıkları kimseler sivil siyasetçiler veya siyasi partiler olmuştur.

PKK örneğinde durum tersinedir. PKK, 1984'te neredeyse işe kendisi dışındaki Kürt hareketlerini tasfiye etmekle başlamış, daha sonra kendisinin tanıdığı sınırlar içinde siyasi partilerin kurulup faaliyet göstermelerine göz yummuştur. Bu, sevimsiz olsa da temel bir gerçektir.

Açıktan devletin Öcalan'ı muhatap almayacağı açıktır. Bu doğru da olmaz. Ama akan kanın durması da lazım. Elbette yeni kurulan BDP'nin muhatap alınması gerekir. Bu bir zarurettir. BDP'liler, silahların bırakılması, silahlı PKK'lıların Türkiye dışına çıkarılması, çatışmaların sona erdirilmesi işinde kendilerinin adres olmadıklarını söylüyorlar, silahlı mücadeleyi kim veriyorsa onu (Öcalan-PKK) işaret ediyorlar. "Biz sorunun siyasi kısmıyla ilgiliyiz." diyorlar. Öcalan, DTP'lilerin sine-i millet yerine TBMM'ye dönmelerini sağlayarak sadece dağ ve sokak üzerinde değil, 'siyaset' üzerindeki gücünü de kanıtlamıştır. Bu durumda ne yapmalı? Yeni parti BDP'yi de mi kapatmalı, yoksa Öcalan faktörü üzerinde daha etraflıca mı düşünmeli? Bu soruya soğukkanlılıkla ve sağduyuyla cevap bulmalıyız.

ZAMAN