ABD’de Barak Obama’nın Başkan seçilmesi ile birlikte emperyalizmin acımasız yüzünü maskelemeye çalıştığına şahit olmaya başladık. Demokratların cumhuriyetçilere nazaran savaş, silah ve enerji lobilerine mesafeli durduklarını söylemek hafızamızı tazelediğimizde fazla bir değer ifade etmemekte. Özellikle Clinton döneminde Haiti, Somali, Irak ve Balkanlarda askeri operasyonları yapıldı. Yine Sudan ve Afganistan onun döneminde füzelerle vurulmuştu. Sonrasında Clinton yerine gelen Bush dünyayı tam bir kan gölüne çevirip, arkada adı katliamlarla anılan bir ülke bırakıp gitti. Bozulan ve yıpranan ülke imajlarını tazelemenin yolunun adında Hüseyin olan, demokrat bir başkanı seçmekten geçtiğini bilen Amerikanın egemen sınıfları Obama’nın sempatik duruşunun arkasından emperyalist amaçlarını gerçekleştirmenin yollarını aramaktalar. Ölümü gösterip sıtmaya razı olanlar gibi Bush’u gösterip Obama’ya razı olmamız hatta sevinmemiz istenmekte.
Obama yönetimini tanımak için Honduras ve İran örneklerine bakmamız yeterli olacaktır. Bush yönetiminden tek farkları açıktan müdahil olmayarak, sert ve tehditkar söylem yerine diplomatik dillerle istedikleri sonucu elde etmeyi amaçlamalarıdır. Latin Amerika’da ki sol liderlere ve İranda ki Ahmedinejad yönetimine saygı duyduklarını söyleyebilir miyiz? Obama yönetimi Honduras’da gerçekleşeni “darbe” olarak nitelemek yerine daha temkinli bir dille “seçimle iktidara gelenlerin” desteklendiğini ifade etti. Sola doğru kaymaya başlayan bir yönetimin, askerlerinin ABD de eğitim gördüğü bir ülkede sermaye ile birlik olup devrildiğine şahit olduk. Yıllardır Latin Amerika da ki kirli işlerinin üssü olan Honduras’da zinde güçlerin Bush döneminden kalma neo-con zihniyetle işbirliği içinde olmalarından daha doğal ne olabilir? ABD’nin arka bahçesinde Obama’ya rağmen askeri darbenin olması ABD’de Obama’ya rağmen(!) darbe ve savaş lobilerinin aktif ve güçlü olduğunu gösterir. Bu varsayım bile Obama yönetimine karşı iyimser bir ön kabulle yapılıyor. Ama Obama yönetimi Amerika Latin Amerika’da varlığını sürdürmeye çalışmakta. Güçlenen sol iktidarlara karşı Kolombiya da üç yeni askeri üssün açılması söz konusu. Bu üslerin uyuşturucu ve terörizme karşı kullanılacağı söylenmekte. Amerikan ve İsrail çıkarlarına karşı siyaset yürüten devlet ve liderlerine karşı Amerikan siyaseti hep muhalifleri desteklemek ve uygun ortamda askeri cuntalarla işi sonlandırmak olmuştur.
Bush döneminde zorunlu olarak alınan Irak’tan çekilme kararından sonra Obama döneminde ABD’nin Irak’ta elli bin asker ve üç önemli askeri üs ile kalıcı bir şekilde varlığını sürdüreceğini söylenmekte. Amerika’nın Irak ve Afganistan’da sürdürdüğü savaşta gittikçe güçlenen Taliban karşısında direnmek için Irak’tan askerlerini ve gücünü Afganistan’a kaydırmasını aslında bir askeri- stratejik değişiklik olarak ta algılamak gerekir. Obama’nın Afganistan’a savaşmak üzere ek asker gönderme kararı da Obama ile Bush’un İslam coğrafyalarında ki savaş politikalarının fazla da farklı olmadığını göstermekte.
Obama’nın seçim öncesi kapatacağını söylediği Guantaloma cezaevi ile ilgili hiçbir olumlu gelişme olmadı. Halen daha bu hapishanede insanlar suçlarının! ne olduğunu bilmeden insanlık dışı muamelelere tabi tutulmaktalar. Obama’nın yaptığı tek şey bazı tutuklular için mahkeme sürecini durdurmak oldu. Yine buranın kapatılması için rapor hazırlayan heyete ek olarak bir altı aylık süre verilmesi 2009 yılında buranın kapatılması konusunda ki iyimser yaklaşımları suya düşürmekte. Ek süre talebinin nedenini “durumun kapsamlı bir şekilde gözden geçirilmesi ve Amerikan kongresi ile ayrıntılı danışmalar yapılması” olarak gösterilmekte. Buradan da anlaşılacağı üzere Obama yönetimi “çokta istese bile” karar vermede tek başına değil.
ABD Eski başkan yardımcısı Dick Cheney’in 2001 yılında terörle mücadele için gizli bir yapılanma oluşturduğu ve bu yapının 2009 Haziran ayında iptal edildiği açıklandı. Bu süre içerisinde ABD kongresinden bile saklanan oluşumun direk Cheney’e bağlı uluslar arası suikastler yapan bir birim olduğu söylenmekte. Cheney’nin savaş ve silah lobileri ile olan kirli ilişkileri ve özellikle işkenceyi olumlayan fikirleri sırf Amerika kıtasında kalmamış görünüyor. Açıktan yürütülen bir savaşın dışında gizli bir savaş örgütlenmesinin olduğunu ancak ortaya çıktıkça öğrenmeye başlıyoruz. Örnegin İngiltere’de yeni ortaya çıkarılan son olayda olduğu gibi.
Rangzied Ahmed isimli Pakistan asıllı İngiliz vatandaşının İngiltere’de polis tarafından takip edildiği, sonrasında Pakistan’a geçmesine izin verildiği haberleri İngiliz milletvekili David Davis’in kürsü dokunulmazlığını kullanarak yaptığı açıklama ile ortaya çıktı. İngiltere kendi vatandaşı olan bu Müslüman’ın Pakistan tarafından tutuklanmasına ve işkence görmesine izin vermekle itham ediliyor. İşkenceye maruz kalan, sopalarla dövülen ve tırnakları sökülen Müslüman, sorgusuna İngiliz istihbaratından MI5, MI6’dan yetkililerin de katıldığını söylemekte. Kendi ülkesinden şüphelilere yasal olarak işkence yapamayan devletler ABD ve İngiltere örneğinde olduğu gibi Pakistan, Mısır gibi ülkeleri kullanmakta.
Sorun olarak görülenler Müslümanlar olduğunda her türlü muamele bir şekilde yasal ve fikri kılıfına uydurularak uygulamaya sokulmakta. Amerika’nın 11 Eylül ile başlayan İslam’a ve Müslümanlara kini ve saldırganlığı Kıta Avrupa’sında da devam etmekte. Özellikle bombalı saldırılara maruz kalan ülkelerde Müslümanlara yönelik cadı avı başlatılmış durumda. Tüm Müslümanlar potansiyel birer canlı bomba gibi görülmekte. Avrupa da ırkçılık son zamanlarda İslam düşmanlığı ile birleşerek daha korkutucu bir hal almaya başlıyor.
Bilindiği gibi Almanya da uzun süredir camii karşıtı gösteriler devam etmekte. Yine yabancılara ve özellikle Müslümanlara yönelik kundaklamalar olmuş ve birçok kişi yanarak can vermişti. Almanya’da gerçekleşen son olay ise Batıda İslam karşıtlığının ve ırkçılığın hangi boyutlara geldiğini göstermesi açısından önemli.
Almanya’da örtüsünden ve İslami kimliğinden dolayı kendisine “terörist” diyen bir ırkçı Almanı şikayet eden Mısır asıllı Merve Şirbini mahkeme salonunda faşist tarafından 17 yerinden bıçaklanarak katledildi. Üç aylık hamile olan Merve Şirbini’nin eşi de aynı olayda ağır yaralandı. Alman medyası ve yetkilileri tarafından gözden kaçırılmak istenen bu vahşi cinayet, sıradan bir adli vaka değil, tam da İslam düşmanlığının simgesi olması noktasından önemlidir.
Batının yıllardır sürdürdüğü ikiyüzlü, çıkarcı insan hakları söylemi artık sorgulanır ve tartışılır bir konumdadır. Irak, Suriye, Lübnan ve İran da demokrasi ve insan hakları diye söylem geliştirenlerin Mısır, S.Arabistan, Cezayir gibi ülkelerde sessizliklerini sürdürmelerini artık daha iyi anlıyoruz. Kendi vatandaşları arasında bile din bakımından ayrım yapıp, diğerini ötekileştirip ona her türlü insanlık dışını uygulamayı reva görenlerin, bireysel ve toplumsal olarak ta Müslümanları birer hedef ve savunmasız bir şekilde saldırılara açık hale getirdiklerini görmekteyiz. Müslümanlardan korktuklarını söyleyerek aslında Müslümanlar üzerinde bir korku psikolojisi oluşturmaya çalışmaktalar.
Yine benzer şekilde Müslümanların inançları konusunda söz hakkına sahip oldukları gibi bir düşünce ile dini düşünce ve fikirlerimizi şekillendirmeye yönelik faaliyetler gündeme taşınmakta. Özellikle İngiltere’de radikal İslam’a karşın ılımlı Müslüman tezleri tartışmalara neden olmakta. İngiliz İçişleri bakanlığı Müslüman gençlere yönelik çalışma taslakları oluşturmakta. Bunun çerçevesin de dini cemaat ve sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapmak şeklinde planlanmakta. Türkiye’deki gibi itirafçılar oluşturularak medya üzerinden psikolojik operasyonlar yapılmakta. Yine aynı bakanlık Müslümanları radikal ve zararsız diye sınıflandırmakta. Örneğin Filistin sorununa duyarlı iseniz siz radikal bir Müslümansınız. Yine şeriatı savunuyor, eşcinselliğe karşı iseniz, Irak’ta ve Afganistan’da savaşa hayır diyorsanız radikal Müslümansınız ve takibe alınmanız gerekmekte.
Her bir batılı devlet kendi 11 Eylül’ünü bahane ederek Müslümanlara saldırmakta. İngiltere Londra Metro saldırısını, İspanya Madrid tren istasyonu saldırısını. Diğerleri örneğin Hollanda İslam’a küfreden yönetmenin öldürülmesini bahane edebiliyor. Fransa göçmenlerden ve Müslümanların entegrasyondan yana olmamalarından dert yanıyor. Almanya planlandığını öne sürdüğü bir saldırı varsayımından kendi saldırganlığını meşrulaştırmaya çalışıyor. Bunu Avrupa yaparken örneğin Rusya, Çeçen cihadını kendi 11 Eylülü olarak görebiliyor. Burada yaptığı katliamlar için Batı’dan anlayış istiyor. Çin, Doğu Türkistan da ki katliamlarına yine benzeri bir kılıf geçiriyor. Bu durumda 11 Eylül jargonu işlenen her türlü cinayetin, kanunsuz saldırının bahanesi olarak karşımıza çıkmakta.
Bu yüzden belli muhalif gruplarla mücadele eden devletler işledikleri cinayetleri karşılıklı olarak görmemezlikten gelebiliyorlar. Rusya da birçok insan hakları savunucusunun ve muhalifin öldürülmesi gibi. Son olarak bir insan hakları savunucusu ve Çeçenistan’da yapılan insan hakları ihlallerini araştıran Natalya Estemirova kaçırılıp öldürüldü. Rusya ile işbirliği içindeki Çeçen yönetimin cinayette parmağı oldu söylenmekte. Yıllardır sürdürülen yok etme politikaları karşısında sesini yükseltenler gözdağı verircesine ortadan kaldırılmakta. Bu cinayetler bile aslında gizlenenlerin görünenlerden ne kadar büyük ve vahşi bir şey olduğunu düşündürmekte.
Amerikan Emperyalizmine karşı dünyada oluşan kin ve nefretin Obama ile birlikte azalmaya başlaması Amerikan medya ve siyasetinin kamuoyunu yönlendirmedeki başarısı olarak ele alınabilinir. Ancak özellikle Müslümanlar açısından söylemlerin dışında hem Amerika hem de Batı açısından değişen bir şey görünmemekte. Obama’nın son Mısır konuşmasından çokça etkilenen çoğunlukların Afganistan’da ve Pakistan’da her gün ölen onlarca Müslüman’dan haberleri yok herhalde. Devletlerin özellikle uluslar arası politika ve çıkarlarının seçimle iş başına gelen liderler tarafından kolayca değiştirilemediğini kendi yaşadığımız bu topraklarda ki güç ilişkilerine bakarak bilmemiz gerekmektedir.
Müslümanlara yönelik 11 Eylül sonrası saldırgan tutumun devam ettiğini, Batı ile İslam arasında ki çekişmenin özellikle Batının kendi dönüştürücü, değiştirici gücünün abartılı öz güveni ile İslam ve Müslümanlar üzerinde denenmesinin, dışardan oryantalist ve haçlı zihniyeti ile bir başkalaştırılmaya, şekil verilmeye tabi tutulmasına şahit olmaktayız. Bu ise hem bireysel hem de devlet politikası olarak Avrupa’da Müslümanlara yönelik saldırılara ve hak ihlallerine neden olmakta. Elindeki güçle İslam üzerinde planlar yapanlara karşı yılların birikimi ile değişik şekillerde mücadele verenlerin direnişi ise sürmekte. Bu mücadele bazen kin ve nefret tohumları ekenlerin kendi topraklarında sürmekte. Bazen de işgalci bir hal alıp topraklarımıza gelmekte. Bu topraklarda kan ve gözyaşı ile nefret tohumları ekenlerin karşılığı değişik dozlarda kendi üzerlerinde bulmaları doğaldır. Paradoksal bir şekilde birbirini takıp eden bu döngünün asıl sorunluları dünyada emperyalist bir sömürü düzeni kurgulayanlardır. Obama gibi henüz tam olarak ne yapıp yapamayacağı belli olmayan birisinin bile emperyalist sömürü düzenine karşı durması kendi varlığına son vermesi ile eş anlamlıdır. Obama’nın tüm insanlık için kendini ve ülkesini feda edeceği varsayımı ise mitolojik bir kurgu olarak görülmeli.