“Çok isteyen Suriyelileri kendi evine alsın” diyor, Facebook paylaşımında.
Ne kadar sıradan bir ırkçılık, ayrımcılık yaptığının farkında değil. Çünkü söylem düzeyinde insanlığı, hümanizmi kimseye bırakmayacak kadar çok kullanan, ne kadar hoş ve güzel unvan varsa hepsine sahip olduğuna inanan bir Türkiye solcusu o.
Kendisi hakkında bu kadar iyimser bir insanın içinden, nasıl oluyor da konu sığınmacılar olunca, daha doğrusu Suriyeli sığınmacılar olunca nefret dolu bir ırkçı çıkıyor?
Burun kıvırdığı kesimlerin onlara kol kanat germesine karşı kendisini ayrı tutuma kaygısı mı?
Sığınmacıların haklarını hükümete duyduğu tepkiye mi kurban ediyor?
İslam veya Arap düşmanlığı mı?
Belki hepsi, belki hiçbiri.
Ne fark eder ki?
Sığınmacıya düşmanlık etmenin gerekçesi mi olur?
AYRIMCILIĞIN SOL HALİ
Maalesef ona özgü olmayan bir ruh hali bu. Çok küçük bir bölümü dışında, merkezi ve radikaliyle, partileri ve medyasıyla Türkiye solunun durumu da çok farklı değil.
“Suriyelilere ev vermeyin, iş vermeyin, verenle de selamı kesin” diyen veya sığınmacı kampı kurulmasına karşı halkı eylem yapmaya çağıran “çağdaş” milletvekilleriyle ve yüz yıl sonra yeni bir tehcir vadedip, “Suriyelileri ülkelerine göndereceğiz” diyen lideriyle en büyük sol partinin veya sığınmacıları olumsuz kavram ve olgularla birlikte zihinlere kodlayan medyasıyla Türk solunun hali bu.
Türk solu böyle de, onların hastalıklarıyla malul Kürt solu farklı mı?
Duran Kalkan, Kürdistan’a mülteci kampları kurulması durumunda hedef alacaklarını söylediğinde, onları hep haklı gören gazeteci ve akademisyenlerden anlamlı bir eleştiri geldi mi? Ya da AB ile anlaşma gereği kurulacak dört mülteci kampını “AKP dört IŞİD kampı daha kuruyor” diye haberleştirerek onların hedef alınmasının daha şimdiden meşruluk malzemesi üreten PKK medyasına?
Gelmedi ve gelmesini de boşuna beklememek gerek.
‘KAPILARI ÇALAN BENİM’
Geçenlerde mültecilerin yoğun olduğu semtteki bir lokantada yemek yerken masamıza ürkek bir şekilde yaklaşan beş-altı yaşlarındaki küçük bir kız çocuğunu hatırlıyorum.
Bir elinde boncuklar, diğerinde küçük bir poşet ucuz çikolata vardı. Dil bilmiyordu, aslında satış yapmayı da. Tedirgin bir şekilde masalara yaklaşıyor, birkaç saniye elindekileri gösterip, daha kimsenin düşünmesine fırsat vermeden dönüp gidiyordu.
Aslında satış yaptığının bile farkında sayılmazdı.
Buradaki varlığıyla birçok insanı rahatsız eden küçük bir candı o.
Şarkılardaki ve şiirlerdeki hayali çocuklardan değil, şimdi, burada, yanı başımızda hayata tutunma mücadelesi veren, o ürkek haliyle şairin “tövbeye getirir insanı” dediği bir çocuk.
İnsanın aklının almadığı da bu galiba.
Nasıl oluyor da dünyanın en kırılgan insanları, eşitlik ve özgürlük edebiyatını kimselere bırakmayanlar tarafından böylesine horlanabiliyor?
Hümanist bir söylemle bu kadar gayri insani bir duruşu birleştirmek nasıl mümkün olabiliyor?
Ama bize düşen hatırlatmak.
“Teorik olarak eşitlik, kardeşlik falan derken, pratik olarak nerede durduğunuzu görün” demek.
Mesela bir zamanlar dillerden düşmeyen Livaneli bestesi bir Nazım Hikmet şiirini hatırlatmak. “Kapıları çalan benim / kapıları birer birer” diye başlayan “Kız Çocuğu” şiirine yansıyan duyarlılığı hatırlatmak.
O kız çocuğu kapınızda demek.
Yeni Yüzyıl