O “direnişçi” bürokrat Ertosun’muş... Şimdi ne olacak?

Alper Görmüş

Çok ciddi bir durumla karşı karşıyayız...

Geçtiğimiz salı günü bu sayfada yayımlanan yazımda sorduğum soru cevabını buldu ve Can Dündar, o “direnişçi” bürokratın Ali Suat Ertosun olduğunu açıkladı.

Farkındayım, bilmece gibi bir giriş oldu. O nedenle, salı günkü yazıyı okuyanlarda uyanacak tekrar duygusunu göze alarak, konuya “yeni başlayanlar” için kısa bir özet geçeyim...

Biliyorsunuz, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üyesi Ali Suat Ertosun, Ergenekon davasına bakan hâkim ve savcılarla, Güneydoğu’daki faili meçhul cinayetleri soruşturan savcının görev yerlerinin değiştirilmesini teklif ettiği iddiasıyla bir anda ülkenin en tartışmalı figürü haline geliverdi.

Tartışmayı tetikleyen yegâne unsur bu değildi ama... Ertosun’un geçmişi, bilhassa Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü olduğu dönemdeki uygulamalarıyla bu son girişimi birlikte mütalaa ediliyor, girişiminin masum hukuki gerekçelerle açıklanamayacağı ima ediliyordu.

Bu imalardan en dikkat çekici olanı, her geçen gün Ergenekon davasının bir parçası olma istidadını gösteren Sabancı suikastının faillerinden Mustafa Duyar’ın cezaevinde öldürülmesi sırasında Ali Suat Ertosun’un Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü olmasıydı.

Fakat, sizin de hemen katılacağınız gibi, bu kadarcık bir bilgiyle, Duyar’ın öldürülmesinde Ali Suat Ertosun’un sorumluluğunun olup olmadığı tartışması başlatılamazdı.

Öte yandan, gazeteci Can Dündar’ın, Duyar’ın ölümünden birkaç gün sonra yazdığı (20 Şubat 1999) bir yazı vardı. Ben, salı günü “Mustafa Duyar konuşacaktı” başlıklı bu yazıyı hatırlattım işte. Dündar yazısında, Duyar’la cezaevinde görüşme talebinin, Adalet Bakanı’nın iznine rağmen direnen bir yüksek bürokrata takıldığını; görüşmenin gerçekleştirilemediğini; o arada aynı bürokratın onayıyla Duyar’ın kaldığı cezaevine nakledilen Ergin kardeşlerin Duyar’ı öldürdüğünü anlatıyordu.

Can Dündar o yazısında Adalet Bakanı’na rağmen direnen o yüksek bürokratın adını vermemişti. Ben de, o günlerdeki görevi nedeniyle o bürokratın Ali Suat Ertosun olma ihtimalini dile getirmiş, Dündar’ın o zaman ismini vermediği bürokratı açıklaması gerektiğini dile getirmiştim.

Dündar, tahmin ettiğim gibi, tatil dönüşü ilk yazısını bu konuya ayırdı ve o kişinin Ertosun olduğunu açıkladı.

“Evet, oydu!”


Dündar’ın “Evet, oydu!” başlıklı yazısından uzunca bir alıntıyla devam ediyorum... Böylece “yeni başlayanlar” için yapmaya başladığım özeti de nihayetlendirebileceğim... Söz Can Dündar’da:

“Hafızam 10 yıl önceye götürüyor beni... 1999 başı... O zaman ATV’deyim. Sabah’ta yazıyorum. Sabancı suikastıyla ilgili ‘içerden’ bir bilgi geliyor:

‘Bu iş karanlık... Duyar biliyor. Konuşmak istiyor.’ Gerçekten de cinayetin tetikçisi olarak bilinen Mustafa Duyar, bildiklerini anlatmak için ‘itirafçı’ olmak istemiş; ama bu talebi, ‘geç kaldığı’ gerekçesiyle reddedilmişti. Acaba yargıya anlatamadığını bize anlatır mıydı?

Dönemin Adalet Bakanı Hasan Denizkurdu’nu aradım. ‘Duyar’ın söyleyeceklerinin yargıya yardımcı olabileceğine’ ikna oldu. ‘Ama kendisinin de oluru gerekir’ dedi. Yazılı olarak başvurduk, Duyar olur verdi, bakanlıktan izin çıktı. Kamerayı kapıp Afyon Cezaevi’ne gitmek üzereydik ki, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun’a takıldık. Bakan’ın iznine rağmen röportaja olur vermiyor, mevzuata aykırı olacağını söylüyordu.

Gidemedik.

Bizim yerimize başkaları gitti Duyar’ın ‘ziyaret’ine... Bizi oyalayan bakanlık bürokrasisi, ‘Karagümrük çetesi’nin Afyon Cezaevi’ne nakline izin vermişti. Bu çete, 2 hafta sonra, Duyar’ı cezaevinde öldürüp susturdu. Ardından susturulma sırası, Duyar’ı öldüren Karagümrük çetesinin liderlerine geldi. Ama onlar direndiler. Ve cezaevinde isyan çıkardılar.

O isyanda Karagümrük çetesinin lideri Nuri Ergin kameralara; ‘Bu devlet bana Mustafa Duyar’ı öldürttü’ diye haykırıyordu. Bir başka pencereden kardeşi Vedat Ergin bağırıyordu: ‘Veli Küçük’ü arayın; beni sorun. Başka da bir şey demiyorum.’

Nuri Ergin, isyanla ilgili davada ise şöyle demişti: ‘Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz, Sabancı suikastıyla ilgili bir şeyler oraya çıkarmak istiyorsa Ali Suat Ertosun’un neden Mustafa Duyar’a yakınlık gösterdiğini sorgulasın.’”


Tabloyu tamamlamak için Uşak Cezaevi’ndeki isyanı da hatırlamamız lâzım... Ergin Kardeşler, Mustafa Duyar’ın ölümünden sonra önce Kartal, sonra Uşak Cezaevi’ne nakledildiler. “Bakanlık bürokrasisi”, bir süre sonra buraya Ergin kardeşlerin “kanlısı” Alaattin Çakıcı’nın adamlarını nakletti. Fakat Ergin kardeşler ellerini çabuk tutup isyana giriştiler. 100’ü aşkın mahkûmu rehin aldılar ve ilk bakışta açıklanması zor bir vahşet uyguladılar: Beş kişiyi öldürmekle yetinmediler, gözlerini de oydular. Belli ki bu “ölçüsüz şiddet”le kendilerini ortadan kaldırmak isteyenlere bir mesaj vermek, bir daha böyle bir şeye tevessül edilmemesini istiyorlardı.

Ergin kardeşler, Uşak Cezaevi’nde öldürülmüş olsaydı ne Veli Küçük’ten söz edebileceklerdi, ne de Ali Suat Ertosun’dan...

Türkiye’nin en karanlık cinayetlerinden birinin failinin cezaevinde ortadan kaldırılması için gerçekleştirilen bir nokta nakli... Onu ortadan kaldıranların ortadan kaldırılması için gerçekleştirilen bir başka nokta nakli... Ve bütün bu icraatın altında hep aynı “bakanlık bürokrasisi”nin çabaları, hep aynı müdürün onayı...

Bu kadarı fazla değil mi artık?

Mustafa Duyar’ın cezaevinde öldürülmesinin dosyası kesinlikle yeniden açılmalıdır.

---------------------


Geç olmadan “sivil yargı”dan vazgeçsek?

Dün piyasaya çıkan Yeni Aktüel dergisinde bir maruzatımı dile getirmiştim. Sizinle de paylaşmak istedim:


“Sivil yargı” kavramsallaştırmasının yanlış olduğunu biliyordum, fakat istisnasız herkes öyle kullanınca ben de “galat-ı meşhur lûgat-ı fâsihten evladır”a sığınıp (anlamı için bakınız Google!) sivil yargı aşağı sivil yargı yukarı, yazdım durdum.

Başıma hangi taş düştü bilmiyorum ama, bu kadar bariz bir “galat”ın “meşhur” olmasına birdenbire canım sıkılmaya başladı. Vakit çok geçmeden bir hamle yapmaya ve bundan sonra “sivil yargı”yı kullanmamaya karar verdim.

Başımıza gelen bu son “galat”ın kaynağında “sivil”i “askerî”nin zıttı olarak kullanmamız yatıyor. Oysa “sivil”, “devletin alanı”nın dışında kalan anlamına geliyor. Evet, Türk Silahlı Kuvvetleri sivil değildir ama, Dışişleri Bakanlığı da sivil değildir. Konumuza biraz daha yaklaşalım: Evet, askerî mahkemeler sivil değildir ama onların dışında kalan mahkemeler de sivil değildir; her ikisi de “devlet” alanının içindedir çünkü.

Gelelim işin doğrusuna: Askerlerin, “darbe” dahil ağır cezayı gerektiren suçlarından dolayı nerede yargılanması gerektiğine dair yeni bir yasa çıktı. O yasaya göre askerler bu tür suçlarından dolayı artık askerî mahkemelerde değil, “adli” mahkemelerde yargılanacaklar. İşin doğrusu bu...

“Sivil” mahkeme diye bir şey olmaz zaten. “Sivil”in doğru olarak kullanıldığı bir Batı ülkesinde “sivil” mahkemelerden söz ederseniz, muhatabınız size aşağı yukarı şöyle bir tepki verecektir: “Nasıl yani, sizin ülkenizde vatandaşların mahkeme kurup şüpheli ve sanıkları yargılama hakkı mı var?”

TARAF