Her Belediye Başkanı, kanunların ve merkezî hükûmetin genel siyasetleri çerçevesi içinde hareket etmek zorundadır. Beğenmediği bazı uygulamalara, kendi inanç dünyasının veya ideolojik yaklaşımlarının çerçevesi içinde engellemeler getirmeye çalışırken bile, kanûnî sınırlara riayet etmek zorundadır.
*
Bir örnek zikredeyim: Samsun’da, şehrin merkezinde bir batakhane vardı.. Biz çocukken, büyüklerimiz, bizi, ‘Şu filanca sokak ve caddelere yakın yerlerden, sakın geçmeyin..’ diye tenbihlerlerdi.
Hele de, şehrin merkezindeki sigara fabrikalarında çalışan onbinlerce kadın, evleriyle işyeri arasındaki mesafeyi -o kerih mekânların olabildiğince uzağından geçmek zorunda olduklarından-bazan 1-2 km. kadar uzatmak zorunda kalıyorlardı.
1976’larda, önceleri çeşitli ilçelerde kaymakamlık yapmış olan Kemâl Vehbî Gül adında bir genç adam, seçim mitinglerinde, ‘Bu pis mekânı şehirden kaldıracağım..’ gibi vaadleri de dile getirerek, Adalet Partisi’nden Belediye Başkanı seçildi. O da, ilk uygulamalarından birisi olarak o konuya el attığı zaman, İçişleri Bakanlığı’ndan, ‘O yerleri kapatmak, senin yetkinde değil.. Sen Belediye Başkanı olarak oraları çalıştırmak zorundasın..’ diye bir ihtar alınca..
Yılların yöneticisi olan K. Vehbî Gül, ‘Meğer, böyle kepazelikleri yaptırmayı bana merkezî otorite vazife olarak veriyormuş..’ demiş; ama, mücadeleden yılmamış, kanun yoluyla ya da kanunu dolanarak başka çareler bulmuş ve şehrin dışında bir yerler yaptırdıktan sonra, şehrin merkezindeki o pis mekânları yıktırmıştı.
‘Bir daha hiçbir ahlâksız yönetici böyle bir işe teşebbüs edemesin..’ diye, şimdi şehrin o en merkezî yerinde bir câmi yükseliyor.
Bu örneği, Belediye Başkanları’nın ellerinin -kollarının tamamen bağlı olmadığını belirtmek için ifade ettim.
*
Amma.. Benim bu yazıda değinmek istediğim konu, ‘Belediye Başkanı’ sıfatlı bir gaddar kişiyle ilgili..
Bir gün, ülkemde, kim olursa olsun, su, ekmek gibi en temel hayatî ihtiyaçların sağlanmasında, mülteci- sığınmacı durumunda olan yabancı uyruklu olanlara zorluklar çıkarılacağına dair laf eden bir Belediye Başkanı’nın olabileceğini tasavvur edemezdim. Ama, o da oldu..
Ekranlardan izlerken, sûreten insan görünüşlü o kişiyle aynı ülkenin vatandaşı durumunda gözükmekten utanç duydum. Çünkü o sözler, sadece o şehrin değil, ülkemizin bütün insanlarının insanlık anlayışına da kolayca temizlenemeyecek sim-siyah bir leke gibi sıçratılmış bulunuyor.
Böylece, Batı Avrupa ülkelerinde Türkiyeli 5 milyonu aşkın insana da aynı şekilde ve hattâ daha da zâlimce davranılmasına da yol açılacak ve onlara, ‘Gidin ülkenize, bakın orada, yabancılara su bile on misli pahalı veriliyormuş.. Biz ise, size ne imkânlar sağlıyoruz..’ denilecektir.. (Almanya’da 30 yıl öncelerde, duvarlara, ‘Türken Raus!-Türkler defolsun!’ yazıları yazılıyor ve çocuklara da, ‘Benim babam sizin yüzünüzden işsiz..’ gibi laflar söylettirildiğini unutmayalım.)
*
Bu açıdan diyorum ki, bu gaddarca sözü söyleyen Belediye Başkanı’nın vicdanlı hemşehrileri, ‘insan’ olanın en tabiî haklarından habersiz, o, aşağılık, ırkçı kişiyi protesto etmek için onun evinin önünde toplanmalı, günlerce- haftalarca ve ısrarla, istifaya davet etmelidir. Çünkü bir şehrin Belediye Başkanı, teorik olarak, o şehrin vicdanını da temsil etmektedir. Ve, o kişinin mensub olduğu siyasî parti de, ‘Bu, onun şahsî görüşüdür..’ gibi açıklamalarla onu sahiblenmedi. Ama, bu konuda gerçekten de samimî iseler, o kişiyi kendi partilerinden ihraç etmeliydiler, -henüz geç değil-, etmelidirler!
*
Ayrıca, İçişleri Bakanı Soylu’nun bu konuda yetkileri vardır. Bütün milletin dünya halkları karşısındaki şeref ve haysiyetine ve insanlık anlayışına bu kadar alçakça bir saldırıyı yapan kişi o makamda tutulmamalıdır.
*
3 gün önce, İstanbul- Edirnekapı’da, 2 doktorla yolun bir tarafından öbür tarafına geçmek için ‘yeşil ışık’ yanmasını beklerken, yanımızda, birisi belirdi ve başladı, Suriye’liler aleyhinde, ‘Ekmeğimizi onlar yiyor, biz aç kalırız tabiî..’ gibi cümleleri, herkesin duyacağı şekilde bağırarak konuşmaya..
Hani, dış görüntüsünden öyle bir görünümü olsaydı, her halde, hukukî terimle, ‘ızdırar’/zarar görmüşlük’ halinde, ne söylediğini bilmiyor deyip, geçebilirdik.. Ama, hiç de öyle değildi, ‘boğa’ gibiydi..
‘Rızkını veren Allah’tır, herkes kendi rızkını yer; Allah’tan kork, böyle konuşmaktan utanmıyor musun?’ diye susturmaya çalıştık..
Ama, o kişinin bu sözlerden anlayacak hali yoktu. Kurulu bir saat gibi, aynı cümleleri tekrarlayıp duruyordu.. İstiyordu ki, etrafındakiler de duysundu..
Bereket ki, orada, Suriyeli kardeşlerden olabileceğini düşünebileceğimiz kimseler yoktu..
*
Bu vesileyle şunu da ifade edeyim..
1967’lerde, AP m.vekili Dr. Nâdir Lâtif İslâm gibi ismiyle müsemmâ bir işinin oğlu ve yine aynı saygınlıkta olan Dr. Bahadır İslâm’ın kardeşi olup, SP’nin CHP’yle işbirliği sâyesinde m.vekilide olan Cihangir Bey bile, tahammül edemeyip, geçen gün bir İP m.vekilinin hezeyanlarına, ‘Sen de Makedonyalısın..’ deyivermiş..
Biz,bir büyük devletin yıkıntıları altında, Manastırlıyızdır, Selanikliyizdir, Bosnalıyızdır, Anadoluluyuzdur, Tebrizliyizdir, Kırımlıyızdır, Suriyeli, Libyalı, Çadlı,Medineli, Trabluslu, Şamlı, Bağdâdlı, türk, kürd, arab, arnavut, çerkez, gürcü, Sudanlı, Mısırlı, Afrikalıyızdır.. İnanmayanlar gitsinler, 100 sene öncelerde İstanbul’u savunmak için toprağa düşen Müslümanların Edirnekapı Şehidliği’ndeki mezar taşlarına baksınlar..
Hangimiz bu toprakların sahibiyiz ve hangimiz değiliz?
STAR