Anadolu ve İslam medeniyeti sentezi için çabalayan Nurettin Topçu, 1909'da İstanbul Süleymaniye'de dünyaya geldi.
Kimlikteki adı Osman Nuri olan Topçu'nun Erzurum'da hayvancılık ve tahıl işleriyle uğraşan babası Ahmet Efendi İstanbul'a giderek Çemberlitaş'ta kasap dükkanı işletmeye başladı.
İstanbul'un tarihi semtlerinde yetişen Nurettin Topçu da Bezmialem Valide Sultan Mektebi ve Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi'nde eğitim gördü.
Küçük bir sandıkta kitap ve gazete biriktirirken, öğretmeni Nafiz Bey sayesinde Mehmet Akif Ersoy sevgisi ve hayranlığı kazanan Topçu, bir süre Vefa Lisesi'nde okuduktan sonra 1928'de İstanbul Lisesi'ni bitirdi.
Aynı yıl Fransa'ya giden Topçu, hem Fransızca öğrenmek hem fark derslerini tamamlamak için Aix Lisesi'ne başladı.
Sonrasında Strazburg Üniversitesine geçerek felsefe öğrenimi gören Topçu, felsefe, ahlak, psikoloji, sanat felsefesi, tarih, mantık, sosyoloji, arkeoloji alanlarında da eğitim aldı.
Sorbonne Üniversitesinde (Paris Üniversitesi) 1934'te felsefe doktorasını veren Topçu, Türkler arasında ahlak üzerinde çalışan ilk öğrenci ve Sorbonne'da felsefe doktorası veren ilk Türk oldu.
Topçu'nun Fransa'da 6 yıl boyunca devam eden eğitimin sonunda verdiği doktora tezi, "İsyan Ahlakı" adıyla Türkçeye tercüme edildi.
Fransa'da 1934'te, Türkiye'de ise 1990'da Kültür ve Turizm Bakanlığınca yayımlanan başarılı çalışmasından dolayı üniversiteden altın saat, Amerika ve Kuzey Amerika'ya seyahat gibi ödüller kazanan usta yazar bu ödülleri kabul etmedi.
Ödüllerin yerine Sorbonne Üniversitesinin giriş ve çıkış kulelerinde 24 saat Türk bayrağının asılmasını isteyen Topçu'nun bu isteği üniversite yönetimi tarafından yerine getirildi.
Avrupa'daki hayatı okul, ev ve kütüphane arasında geçen Topçu, aynı dönemde Sosyoloji Cemiyeti'ne girerek, derneğin yayın organında felsefi yazılar kaleme aldı.
Samet Ağaoğlu, Ömer Lütfi Barkan, Besim Darkot gibi o yıllarda Fransa'da bulunan Türk öğrencilerle tanışan yazar, öğrencilik yıllarını Remzi Oğuz Arık ve Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu ile geçirdi.
Nurettin Topçu'nun Hareket felsefesinin kurucusu Maurice Blondel ile tanışması, fikirlerinin olgunlaşmasında önemli bir rol oynadı.
Usta yazar etkisinde kaldığı felsefenin kavramlarını ve metodunu kullanarak ahlak sorunlarına kendi kültürü açısından farklı bir yaklaşım getirdi.
Dr. Adnan Adıvar'ın Türkçe dersi verdiği Luis Massignon ise daha sonra bu dersi Topçu'dan almaya başladı.
Sorbonne'da başladığı Bergson üzerine çalışmasıyla doçent unvanı alan yazara, doçent unvanına ve İstanbul Üniversitesi'nde iki yıl eylemsiz doçent olarak çalışmasına rağmen üniversitede kadro verilmedi.
Düşünsel ve kültürel alanda çalışmalarının bir bölümünü, kuruluşuna da katıldığı Türk Kültür Ocağı, Türk Milliyetçiler Derneği, Milliyetçiler Derneği ve Anadolu Fikir Derneği'nde sürdüren Topçu, Türkiye'ye döndükten sonra Galatasaray Lisesi başta olmak üzere farklı liselerde öğretmenlik görevi yürüttü.
Yaklaşık 40 yıl boyunca öğretmenlik yapan Topçu, 1960 ihtilaline kadar Robert Kolejinde tarih, İstanbul İmam Hatip Okulu'nda psikoloji, felsefe ve dinler tarihi dersleri verdi.
Topçu, TBMM'nin birinci dönem muhalif milletvekillerinden aynı zamanda aile dostları olan Hüseyin Avni Ulaş'ın kızı Fethiye Hanım ile kısa süren bir evlilik yaptı.
Sırrı Tüzeer vasıtasıyla Nakşi şeyhi Abdülaziz Bekkine Efendi ve Nakşi Hasib Efendi ile tanışan ve Abdülaziz Efendi'ye intisab eden Topçu, düşünce dünyasına yeni bir yön veren şeyhinin ölümünden duyduğu acıyı "Taşralı" kitabında "Yıldırım'ın Huzurunda" başlıklı yazısıyla kaleme aldı.
Celal Ökten'den de İslami ilimler yönünden faydalanan yazar daha sonra İmam-Hatip okullarının kuruluşunda programların hazırlanmasında Celal Hoca ile mesai arkadaşlığı yaptı.
Hareket felsefesinden esinlenerek 1939'da "Hareket" dergisini çıkarmaya başlayan Topçu, bir ekol oluşturdu ve hareket felsefesini Türk okurlarına tanıttı.
Nurettin Topçu, Anadolu toprağına ve Türk tarihine sıkı sıkıya bağlı bir milliyetçilik anlayışı geliştirerek, eğitimden ekonomiye, ahlaktan politikaya, felsefeden bilime, insanı ilgilendiren her alanda yazılar yazdı.
Ali Fuat Başgil ile Adalet Partisi'nin kuruluş çalışmalarına katılıp 1961 seçimlerinde Konya'dan aday gösterilen Topçu, Cumhurbaşkanlığı seçiminde Başgil'e gösterilen muamele nedeniyle ve Süleyman Demirel'in parti başkanlığına getirilmesinin ardından bu çevreyle ilişkisini kesti.
Topçu, İstanbul Erkek Lisesi'nden 1974'te emekliye ayrıldı ve 1975'e kadar düşüncelerini sergilediği "Hareket" dergisini aralıklarla yayımladı.
Dergide yayımlanan "Çalgıcılar" başlıklı yazısıyla sürüldüğü Denizli'de Said Nursi ile tanışan yazar, Nursi'nin tüm mahkemelerini takip etti.
Topçu, Medeniyeti "İnsanlığın muayyen tarihi devirlerinde bir zümre cemiyetin benimsediği vasıtalarla çalışarak ortaya koyduğu ve yaşattığı teknik eserlerin ve yaşayış şekillerinin bütünü", kültürü ise "Bir cemiyetin kendi tarihi içinde meydana getirdiği değer hükümlerinin bütünü" olarak tanımladı.
Batıcılığın ve Batılılaşma çabalarının taklitten öteye gidemeyişinin nedenini kültür ile medeniyetin birbirine karıştırılmasında gören yazar, "İsyan"ı da "insanı Allah'a götürecek yolları tıkayan her şeye başkaldırı" olarak tanımladı.
Cumhuriyet devri Türk felsefecileri ve aydınları arasında ahlak konusunda en çok metin kaleme alan ve bu sahadaki vurgularını bütün hayatı boyunca ısrarla sürdüren Topçu, ilk yazılarından itibaren bütünlüğü olan çok taraflı bir fikir mücadelesi yürüttü.
Nurettin Topçu, aynı zamanda Osmanlı-Cumhuriyet modernleşmesini hesaba katıp onu aşmayı hedefleyerek tenkitçi bir bakışla "yeni bir insan", "millet", "devlet modeli" keşif ve inşa etmeye çalıştı.
Nizam Ahmed imzasıyla şiirler yayımlayan yazar, 1975'in nisan ayında pankreas kanserine yakalandı ve 10 Temmuz'da vefat etti.
Topçu'nun naaşı İstanbul'un Fatih ilçesindeki Kozlu Mezarlığı'nda toprağa verildi.
İnceleme, deneme, öykü, roman, çeviri ve ders kitapları kaleme alan yazar, "İsyan Ahlakı", "Yarınki Türkiye", "İslam ve İnsan", "Ahlak Nizamı", "Ahlak", "Devlet ve Demokrasi", "Mevlana ve Tasavvuf", "Kültür ve Medeniyet", "Türkiye'nin Maarif Davası", "Taşralı", "Bergson", "Mehmet Akif", "Büyük Fetih"in de arasında bulunduğu pek çok eser kaleme aldı.
Hamza Türkmen'in Haksöz Dergisi 41/42 (Ağustos/Eylül 1994) sayısında yayınlanan yazısını ilginize sunuyoruz:
Giriş
1939 yılında yayınlanmaya başlayan Hareket dergisi Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Milli Şeflik rejimine açıktan eleştiri getiren ilk muhalif basın organıdır. Çok partili rejime geçilirken yayınlanmaya başlanan İslami dergilerin aksine, o dönem için teamül haline gelen devletin önde gelen "sahipleri"nden herhangi birisini övme ciddiyetsizliğinde bulunmamış ve bu yüzden de bir iki defa başı ağrımıştır.
Hareket dergisi ırkçılığı ön plana çıkaran Türk milliyetçiliği karşısında, kavim ve din unsurlarını bünyesinde yoğuran, vatan unsuruna bağlı Türk milliyetçiliğini savunmayı vatandaşlık görevi olarak telakki etmiştir. Hareket dergisi bu nedenle Ziya Gökalp-Atatürk çizgisinin savunduğu ırkçı ve turancı milliyetçilik ve batılılaşma idealine karşı; Yahya Kemal, Mükrimin Halil Yinanç, Hilmi Ziya Ülken, Remzi Oğuz Arık vd.'nin oluşturduğu Anadolu milliyetçiliğini ve ayrıca bu çerçevede Nurettin Topçu'nun ısrarla üzerinde durduğu İslam ruhçuluğunu savunmuştur. Ancak İslama olan tüm ilgisine rağmen, Oğuz kavmini İslam ahlakı ile bütünleştirerek Türk kavmini Türk milleti haline getiren Anadolu topraklarını veya Türkiye'nirr fiziki değerini ve Türk milliyetçiliğini İslami akımlardan üstün görmüş ve hatta ümmetçiliği milli hedefler için zararlı bir ceryan olarak telakki etmiştir.
Hareket dergisi 1980'e gelindiğinde artık milliyetçiliğinin yanına İslami vurgusunu da eklemiştir; ama onun İslamiliği Türkiye'nin bütünlüğüne ve Türk milletinin geleceğine hizmet eden bir İslamiliktir. Bu anlayışa göre zaten Türk olarak İslam'ı Türk milleti için bu hizmet alanı dışında düşünmek tehlikeli bir maceracılığa açılmaktır. Bu alanın sınırlarını bin yıllık tarih ve Anadolu coğrafyası belirlemektedir.
Aslında MNP, MSP, RP çizgisinden Said Nursi, Süleyman Hilmi Tunahan, Fethullah Gülen, Esat Coşan bağlılarına, Diyanet Teşkilatı çevresine kadar birçok dini cemaat ve çevreye nüfus eden bu telakkileri incelemeye başlamadan önce kısaca Türkiye'nin yakın tarihine işaret edilmesi, arka plana yönelecek hafızamızın tazelenmesi için faydalı olacaktır.
Türkiye'deki müslüman halkın İslami kimliği Osmanlı toplum yapısından devralınan bir kimliktir. Ancak bu kimlik tevhidi ilke ve dinamikleri kavrayamayan bir nimet kaybı nedeniyle emperyalizmin kuşatması altına girmiştir. Osmanlı hakim sınıfının mahareti ve işbirliği ile gerçekleştirilen Islahat, Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet reformları birbirini takip eden bir batılılaşma sürecini oluşturmuştu. Emperyalizmin dayatmasıyla başlayan bu süreç, batılılaşmış Osmanlı aydını, subayı, bürokratının gönüllü katılımıyla güçlendirildi.
I. Dünya Savaşı emperyalist kutuplaşmanın finaliydi. Osmanlı toplumu batılılaşmış yönetici kadronun öncülüğünde bu emperyalist savaşa katıldı. Ve sonuçta Osmanlı (şekli) ümmet yapısı, -birçok üyesini emperyalizmin fiili işgal bölgelerinde bırakarak- hakim yönetici sınıfın inisiyatifinde ve emperyalistlerin Lozan Konferansı'nda razı olacakları kadar bir toprak parçasına sıkışmak zorunda kaldı. Namık Kemal'in sınırları somutlaşmamış vatan kavramına kaynaklık eden Türkiye coğrafyası batıda küçülerek ve doğuda Kürdistan ile büyüyerek emperyalist devletlerin tahammülleri doğrultusunda modernitenin bir yeniliği olarak Misakı Milli sınırları şeklinde belirdi. Bu sınırların ana gövdesini Anadolu oluşturuyordu. İngiliz, Fransız, İtalyan işgal kuvvetlerinin müsamahası ve bazende fiili yardımları sonucu tebaadan olan Rum ve Ermeni nüfusuna karşı verilen sınırlı mücadele Ulusal Kurtuluş Savaşı veya Milli Mücadele olarak abartılsa da, nihayetinde emperyalist dünya savaşının bir sonucu olarak ve müttefik devletlerin oluru ile Anadolu'da Türkiye Cumhuriyeti kurulabildi.
Ancak bağımsızlığını elde etmiş gibi görünen ve Osmanlı İmparatorluğu'nun yeni şeklini oluşturan bu Cumhuriyet yönetimi, padişahlık yerine anayasal görüntü altında mutlak başkanlık (şeflik) sistemini getirdi. Bu yönetim Osmanlı (şekli) ümmet yapısının bir mirası olan Anadolu toplumunu Türkleştirmek, laikleştirmek ve modernleştirmek konusunda bir sömürge valisinin elde edemeyeceği sonuçları devşirdi. Zaten Türkiye toplumu bu değişime karşı mevcut dini kimliği ile yeterince duracak bir dinamizme sahip değildi. Asırlarca Kur'an'ı bir öğrenim kitabı olarak değil, içi karıştırılmayacak bir emanet gibi saklayan bu toplum, İslam'ın tevatüren gelen bazı şekli unsurları dışında Kur'ani mesaja ve tevhidi bilince çok yakın değildi. İslam'a olan ilgi kutsal bilinenlere büyük bir saygıyı ve saf bir itaati içeriyordu; ama taşınan bu duyarlılık ve taklitçi bağlılık Batı cahiliyesinin şeytani tuzaklarını ve etkisini engelleyemiyordu.
Üstelik Osmanlı'dan devralınan bu geleneksel kimliğin yetersizliği yanında T.C. rejiminin kurumlaştırdığı Türkçülük ve vatancılık oltasına okur-yazar takımımızdan takılmayan da yok gibiydi. Batıcı kadrolar vatana ve Türkçü söylemle pozitivist-laik değerleri kurumlaştırmaya çalışırken, okuryazarlarımızın çoğunluğu ise tartışarak, kimisi de tartışmadan Türkçü, vatancı söylemi geleneksel din anlayışına monte etmişti.
Artık ümmet bilinci tarih sayfaları arasında bırakılmış; milli sınır, milli dil, milli ülkü, milli devlet ile oluşturulan Türk milleti realitesine uygun bir kimlik arayışına başlanmıştı. Anadolu'daki diğer etnik unsurların varlığını görmemek konusunda T.C. yöneticileriyle aynı tavrı paylaşan dindar okur-yazarlarımız bir müddet sonra Türkiye'nin ve Türk milletinin kurtuluşu için İslam'a sarılmanın gayreti içine girmiştir. Bu noktada sahihliği bulandırılmış da olsa İslam'dan anlaşılanlara göre Türkiye toplumunu yönlendirmek değil, İslam'dan anlaşılanları Türkiye'nin ve Türk milletinin emrine sunma çabası öne çıkmıştı.
İslam, insan, toprak ve toplum unsurunu düzenlemek, eğitmek ve yönlendirmek için temel kıstas olarak düşünülmüyordu. Temel kıstas Türk insanı, Anadolu toprağı ve Türk milleti oluyor; İslam bu unsurların varlığını yüceltmek ve geliştirmek için en uygun araç olarak görülüyordu. İslam'ın insanlığa örnek teşkil etmek üzere önerdiği ümmet nüvesini oluşturma veya ihya etme sorumluluğu, yerini Türk milletini yeniden güçlendirme anlayışına bırakmıştı. T.C. yöneticileri Türk insanının, Türkiye'nin, Türk toplumunun varlığını yalın olarak kutsarken, dindar kesimin tepkisi ise bu varlıkların İslam ruhu ile sentezlenmemesi halinde donukluk ve zaafiyetlerle karşılaşılacağı doğrultusunda odaklaşıyordu. Dindar kesimin tepkisindeki nüanslara rağmen Türk vatanını ve Türk insanını ruhsuz bırakmamak için sarılınan İslam telakkisi, Türkiye müslümanlarının geleneksel din anlayışındaki yamaları daha da çoğaltıyordu. Bu eklektizm Türkiye müslümanlarının yeni sıfatlarını da belirlemişti: Milliyetçilik, vatanseverlik, Anadoluculuk, devletçilik, muhafazakarlık.
Özellikle 1928'lerden sonra Türkiye müslümanlarınca bilinçli veya bilinçsizce kuşanılmaya başlanılan bu sıfatlar gittikçe içselleştirildi/kavramsallaştırıldı. Bu süreçte milliyetçi -vatancı -devletçi anlayışın İslam'la bağını kurup bu kavramların Türk milleti için ne anlam ifade ettiğini teorik olarak ortaya koyan en önemli mahfil, ilk beş sayısı 1939 yılında yayınlanan ve müteakip aralarla 1980 yılına kadar çıkan Hareket dergisi ve Hareket dergisi ailesi oldu. Hareket dergisi bin yıllık tarih kutsamacılığının ilk önemli savunucusu ve "Türk İslamı"nın ilk mimarıdır. Üzücü olan bugünkü Türkiye'de sivil veya resmi örgütlenme ile hayatiyetini sürdüren dini cemaatler veya çevrelerin çoğunluğunun, yapısal farklılıklarına rağmen, son dönemlerde "Türk İslamı" veya "Türkiye İslamı" diye ifade edilmeye başlanan vatancı, ulusçu, devletçi dindarlık anlayışını taşımak konusunda Hareket çizgisini aşamamış olmalarıdır. Türk milletinin maddi ve manevi sahalarda yüceltilmesinde engel gördüğü batıcı ve turancı akımlarla ümmetçi yaklaşımı aynı kefeye koyan Hareket dergisindeki teorik değerlendirmeler, -Türkiye'de Tevhid bilinç konusunda özellikle 1960'lı 70'li yıllardan sonra bunca mesafe alınmasına rağmen- hala yaygın olarak büyük dini cemaatlerde tarikat ve dini eğilimi temayüz eden parti çevrelerinde değişik biçimlerde yaşanmaktadır. Bu çizginin tahlil ve tenkidi için milliyetçi-islamcı bakış açısının oluşturulması, beslenmesi ve yaygınlaştırılmasında etkinlik kuran en önemli kaynaklardan biri durumundaki Hareket dergisinin incelenmesi ile Tevhidi İslam anlayışının yöneldiği kitlelerdeki bulanık ve arızalı kimliğin kavranması ve teshihindeki perspektif kazanılacağı düşüncesindeyiz.
Mesajın İlk İzleri
Şubat 1939'da yayınlanan Hareket'in ilk sayısının takdim yazısı yer almaz. Derginin sahibi ve umumi neşriyat müdürü Nurettin Topçu'dur. Nurettin Topçu ve Mehmet Kaplan derginin en müdavim ve üretici yazarları olarak dikkati çekerler. Yayın süresince Anadoluculuk akımının taşıyıcısı olan Türk milliyetçilerinin yazılarına yer vermek için özen gösterilir.
Derginin 1939 tarihli ilk sayısında Nurettin Topçu tarafından kaleme alınan "Rönasans Hareketleri" başlıklı yazıda "Türk milletinin onuncu asırda başlayan milli tarihi", vahdet-i vücutçu Hallac-ı Mansur'un Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki topraklarda yaşadığı tarihe denk getirilir. Ve daha sonra tüm "Hareket yazı ailesi"nin (1952-12, 'Serdengeçti' mecmuasına cevapta) temel felsefesi olarak kabul gören şu tesbitlerde bulunulur: "Onuncu asırda Harran'da doğan İslam rönasansı ahlaki feyzini, İslamın mevsuk şekli, Muhammedin samimi tarikatı olan tasavvufta verdi ve bu hareket ilk hamlesinde İslam dinine giren Türkmen'den o asırlarda Anadolu'da bir millet yarattı." Mehmet Kaplan ise yine ilk sayıda bu milletin hangi kavimden oluştuğunu "Oğuzlar" adlı yazısında işledi.
Hareket imzalı Şubat 1953 tarihli "Türk Milliyetçiliğinin Asli Kıymetleri" başlıklı yazıda bir milleti oluşturan maddi ve manevi unsurların altı çizilir: "Vatan, tarih, din, dil ve kültür bir topluluğu muayyen vasıfları haiz bir millet haline getirir.", "Vatan, milli varlığın maddi temelini teşkil eder.", "Vatan fikrini ortadan kaldırmak isteyenler vardır. Bunların millet de kasıtları olduğu açıktır". Bu cümleler sanki T.C. Yurttaşlık Bilgisi kitabından iktibas edildikleri intibaını uyandırır. Ancak Hareket dergisince bu yurttaşlık bilgisini yazdıran "Milli Şef"in belirleyiciliği de kabul edilmez. Bazı gafiller milli varlığı veya "bir milleti bir şefin yarattığını sanır." Oysa Cumhuriyet'ten beri sosyal hayatta "yaşıyan maziye ait kıymetler" ile "kurulmak istenen yeni hayata kıymetler" zorlamalar sonucu gizli ve açık olarak karşı karşıya getirilmiş ve bir çatışma yaşanmıştır. "Bu çatışmayı siyasi ve kültür sahasında sivrilmiş şahsiyetlerimizin en küçük hareketlerinde dahi görebilirsiniz. Atatürk alaturka musikiyi sever, fakat alafranga musikiyi yerleştirmek için kendini, radyoyu ve mektepleri zorlar. Atatürk Osmanlı tarihini çok iyi bilir, eski kahramanlarımızdan bir çoğuna hayrandır; fakat saraya karşı nefreti dolayısiyle ve yakın tarihin milleti geriye çekeceğinden korkarak, Sümerler devrine ait çok eski mazi hayali yaratır. Eski harflerle dokuz asırlık bir Türk edebiyatı vardır; fakat bunların hepsi maziye ait kıymetleri ifade ettiği için harf inkılabı ile araya kalın bir çizgi çekilir. Boşalan milli kütüphane tercüme eserlerle doldurulur. Daha ileriye gidilir: Asırların mahsulü olan Türkçe beğenilmez, yepyeni bir dil vücuda getirilmek istenir. Maziye karşı bu kadar şiddetli bu kadar cesaretli bir teşebbüse başka yerlerde rastlanılmaz." (1949-23, Mehmet Kaplan, 'Nesillerin Ruhu') Tenkitsiz bir devrin yaşanmış olmasından rahatsız Hareket dergisi çevresi, bu dönemin ardından bir tenkit devrinin açılmasını isterler. Zaten Mehmet Kaplan'a göre, bir ideal olarak öne sürülen batı medeniyeti tenkit sayesinde gelişmiştir.
Hareket dergisine göre onuncu asırda İslam'ın (tasavvuf'un) ve Oğuz kavminin menevi ve meddi güçleri bünyesinde yoğuran Anadolu toprağı Türk milletini yaratmıştı. Ancak son üç asırda milli değerler zaafa uğramıştı. Yarım asırlık Avrupa medeniyetini taklit etme çabaları "Bizi yaşatacak olan kuvvetleri gah Turan'da gah Paris'te aramaktan birkaç nesil yorgun düştü." (1939-1, N. Topçu) Türk milletini "beynelmilelcilik", "turancılık" yeni bir rönasansı getiremeyeceği gibi, "ittihadı islamcılık" da götürümezdi. Mehmet Kaplan'a göre bunlar hayali, 'bizim hakikatlerimize tekabül etmeyen fikirlerdi.' (1949-23)
Her Millet kendi ınkılabını yaratmalıydı. Biz de inkılap yapmalıydık. Maziye sarılıp ondan yeni bir hayat çıkartmalıydık. Bu bir rönesanstı. Nurettin Topçu'ya göre "Bizim Rönesansımızın müjdecisi, bin küsur yıllık İslam tefekkür ve ihtirasının metodlu düşünüş ve ilim zihniyetiyle birleştiği yerdeki aydınlıkta bulunacaktı... Romantizmimiz tohumlarım, bir taraftan dağları dile getiren aşk destanlarıyla Anadolu'nun halk edebiyatında, diğer taraftan ilahi ruhu yeryüzüne vahiy aydınlığı halinde indiren Selçuk mimarisinde bulacaktı..." (1953-Şubat)
Ancak Hallac-ı Mansur'dan aldıkları ilhamla Alpaslan Gazilerin, Kılıç Aslanların, Fatihlerin manevi yönünü tamamlayan Mevlanalar, Yunus Emreler, Hacı Bayram Veliler, Akşemseddinler nasıl ki Anadolu toprağında bir milletin rönesansını oluşturduğu düşünülüyorsa; bugünkü inkılabın da bu büyük velilerin ruhlarından yardım istenerek oluşacağı varsayılır. Doğruya ve Tevhide ulaşmayı mistiklere ve feylesoflara has kılan bu anlayış, -Allah ile kullar arasında aracı bir sınıf oluşmasını yadırgamaz. Konumları peygamberlerle eşitlenmeye çalışılan bu sınıfın Nurettin Topçu'ya göre müslüman olup olmamaları da o kadar önemli değildir. Şu ifadeler bu yaklaşımın üzücü bir örneğidir: "Tur-u Sina'da Allah'ından emir alan Musa'nın mücadelesinin akılla uluhiyyeti birleştiren hikmeti ne ise, Gandi'nin bir taraftan siyaset ve devlet bilgisine dayanan, öbür taraftan mistik perhizlerin derinliklerinde gayesini bulan hakikat araştırıcılığı aynı şekilde değer kazanmıştı. O da Musa gibi Allah'ın emirlerini ve kal bin ayetlerini cemaate tebliğ ettikten sonra büyük tehlikelere doğru cemaatin önünde giderken arkasına bakmıyordu." (1966-Temmuz) Bu yazıda ve diğer birçok yazıda Hallac-ı Mansur ısrarla öncelenir ve sonuç hükmüne varılır: "Veliler ordusu sona ermeyecektir. Bizim varlığımızı kurtaracak olan bu cephenin kahramanlarıdır."
Oryantalist Etki ve Hallac-ı Mansur
Hareket dergisi maddeci batı kültürüne ve kurtuluşu batılılaşmada arayan taklitçiliğe şiddetle karşıdır; ama Fransız devrimiyle kurumlaşan ulus (millet) ve ulus devlet (milli devlet) kavramını -bu kavramların bin yıllık tarihin ürünü olduğunu tevil etmeye çalışan ruhçu ve vatancı yorumları hariç- batıcı ve turancı mukallitlerle birlikte sahiplenir. Hatta Hareket dergisi ulus, vatan, ulus devlet kavramlarını savunurken İslamcı akıma ve ümmetçi yaklaşımlara karşı batıcı ve turancı mukallitlerle paralelliğe düşer. Yine Hareket dergisi batıdan gelen romantik akımın etkisiyle Osmanlı literatürüne Namık Kemal'in aktardığı "vatan" kavramının sınırlarını Emperyalist devletlerin onayından geçen Anadolu sınırları olarak kabullenir ve Anadolu toprağının değeri İslam'ın önüne geçirilir.
Bireyci, akılcı, pozitivist değerler batının maddi üstünlüğünü sağlayan en önemli unsurlardır. Ancak batı kültür diyalektiğinin oluşumunda mistik ve idealist akımların da hayati bir önemi vardır. Aslında batıdaki ruhçuluğu da oluşturan bireyci ve akılcı unsurlardır. Batı ruhçuluğu da modern hayat tarzı için bir alt kültür olarak gerekliliğini hissettirebilir. Ancak özellikle oryantalistlere geleneksel değerler ve doğu mistisizmi üzerine yaptırılan çalışmalar, emperyalizmin pazar ve hammadde deposu olarak gördüğü İslam coğrafyası ve üçüncü dünya ülkeleriyle ilişki kurmak ve onları geleneksel değerleri içinde oyalamak için çok daha gerekli oluyordu.
Hareket dergisi kurucusu Nurettin Topçu da Remzi Oğuz Arık, Z. Fahri Fındıkoğlu vd. gibi Anadolucuların yolunu takip ederek öğrenim için Paris'e gider. Paris'te psikoloji, sosyoloji, felsefe ve sanat tarihi öğrenimi görür. Mistik bir anlayışa sahip olan hocası Moris Blondelden etkilenir. Çıkarttığı derginin de ismini belirleyen özellikle Blondel'in "Hareket felsefesi"nin benimsenmiş olmasıdır.
Nurettin Topçu'yu etkileyen ikinci önemli kişi ünlü oryantalist Luis Masignon'dur. Masignon'un en önemli konusu Hallac-ı Mansur'un hayatını ve görüşlerini araştırıp tanıtması, İsmaililiği canlandırmaya çalışması ve vahdet-i vücud felsefesini tüm dinlerin ortak temeli olarak göstermeye gayret etmesidir. Masignon Harran ovasında uzun seneler Hallac-ı Mansur'u araştırmak amacıyla bulunmuşsa da bir donem Osmanlı yönetimi tarafından Fransa adına casusluk yaptığı tesbit edilerek mahkum edilmiştir. Nurettin Topçu Türkiye'ye döndükten sonra Anadolu erenlerine ve Türk kavmine ruh ve dinamizm verdiğini iddia ettiği İslam'ın fıkıh İslamı olmadığını, kalp İslamı olduğunu bunun da vahdet-i vücud anlayışıyla güç kazandığını ve kazanabileceğini işler. İslam ile vahdet-i vücud mistisizmini aynılaştıran Topçu, İslam mistisizminden bahsederken örnek tip olarak sürekli Hallac-ı Mansur'u işlemesi ve Muhiddin Arabi'den hiç bahsetmemesi, herhalde Fransa'daki İslamla ilgili oryantalistlerden aldığı öğreniminin (Nurettin Topçuya Armağan, s.12,1992 - İst.) eksikliğinden kaynaklanıyor olsa gerektir.
Hareket dergisinde "Müslüman Türk'ün uzak kaldığı felsefe eğitimi" aşırı derecede önemsenir. Ancak felsefesi yapılan devlet, irade, hareket gibi kavramlarda Hegel'in, Blondel'in, Masignon'un ağırlığı önemli derecede hissedilir. Hareket son elli yıllık batılılaşma eğilimine ve kompleksine karşıdır ama bu iddiasına rağmen kendisi bu kompleksten veya bağdan kurtulamamıştır. Mistik özellikleri ağır basan batılı felsefe ve sanat adamlarının görüşleri uzun bir dönem dergiye iktibas edilir ve bu görüşlerden kalkarak Türk milletinin inkılabını gerçekleştirmek üzere değerlendirmeler yapılır. Sokrat, Epiktotes, Eflatun, Kant, Lamennais, Alain, Van Gogh, Roden, Pascal söz konusu isimlerden bazılarıdır.
Teorik Çerçevenin İç Çelişkileri
Hareket dergisi bin yıl önce toprak, tarih, dil, din, soy gibi unsurların Türk milletini oluşturduğunu savunurken, vatan unsurunu idealize eden "Anadoluculuk" görüşünün takipçisi olmuştur. Ve Türk milletini yeniden güçlendirebilecek bir felsefe arayışı doğrultusunda çaba sarf edilmiştir.
Ancak bu eğilim içinde yer alan birçok kişinin aynı konulara yaklaşımlarında farklılaşmalar olmaktadır. Örneğin, Nurettin Topçu'ya göre İslam ruhu ve kavim realitesinin Anadolu toprakları üzerinde birleşmesinden doğan Türk milliyetçiliği, batıdan gelen milliyetçilik akımlarından etkilenerek ortaya çıkmış değildir; bir yıldan beri varlığı söz konusudur. Oysa Hareket ailesinin genç üyelerinden Ezel Everdi, Anadolu milliyetçiliğinin teorisini dokuyan Remzi Oğuz Arık'ın bu konudaki görüşlerini aktarırken ortaya bir çelişki çıkmaktadır. Arık'ın izahı şöyledir: "Milliyetçiliğimiz iki merhaleden geçerek (Osmanlılık ve Turancılık) bugünkü merhalesine ulaşmıştır. 'Türk Milliyetçiliğinin üçüncü ve son merhalesini Anadolu Kurtuluş Savaşıyla başlatmak doğru olur'... Bir kere vatan Türk vatanı, devlet Türk devleti, millet Türk milletidir. Bu basit gibi görünen gerçekleri içimizde duymak, dilimizde söylemek için 900 yıl beklediğimizi düşününüz." (1968-Nisan) Geçmişe dönük teori oluşturma konusunda beliren bu farklılık gerçekçi ve hamasi yaklaşımların farkıdır.
Türk devletinin ve milli birliğinin nasıl oluştuğu konusunda da çelişkiler vardır. "Büyük Atamız Fatih" başlıklı Hareket imzalı yazıda, Asya'dan gelen Türkmenler'in milletimizin bedenini, İslam'ın ise ebedi ruhunu oluşturduğu, bu ruhun Malazgirt'te Alparslan'ın şahsında ilahlaştığı tezi işlenir. Ancak Tatarlarla Rumların iki ateşi arasında kalınır. İslam ruhu, Timur'un hilesiyle kementlenir ve Anadolu Türk devletinin birliği parçalanır. Ancak Anadolu'nun birliğini ve Türk devletinin gücünü Fatih Mehmet, kendisine emanet edilen kılıçla kurar. Bu yazıda Fatih, "Anadolu'daki devletimizin bünyesinde milli birliğin kurucusu" olarak görülür. O hareket dünyasının kahramanı olduğu kadar, fikir aleminin de fatihidir. (1953-Haziran)
Ancak Anadolu milliyetçiliğinin teorisyenlerinden Mükrimin Halil Yinanç "Milli Tarihimizin Mevzuu" başlıklı hamasetten arınmış yazısında bu konuya farklı bakmaktadır. Daha önceden kaleme alınan bu yazı Bayraktar Bayraklı tarafından sadeleştirilerek dergide yayınlanır. Mükrimin Halil'e göre Osmanoğulları kendi örgütlenmeleri sayesinde Batı Anadolu'ya hakim olup İstanbul'u zaptetmislerdir. Ancak İstanbul'un fethinden sonra Fatih, Türk idaresinin usulünü bozmuştur. Çandarlı hanedanı vezirlikten kovulmuş ve hıristiyan dönmesi bir kul bu makama getirilmiştir, Yavaş yavaş Türk beyleri cedlerinden tevarüs ettikleri makamları padişahların kölelerine terketmeye başlamışlardır. "İlk önce istibdadı ve mutlakıyeti kuran Fatih, Türk'ün kölelerini Türk ile bir tutarken merkezi imarete, kendi şahsına daha fazla sadık olanları, her türlü emrine kayıtsız şartsız baş eğenleri getirmiştir. Bunlar ancak köle ve devşirme ve ecnebiden beylerdi. Bu devşirmeler iktidar mevkiine gelir gelmez türk unsurunu, Anadolu halkını ezmeye hatta kendilerini müslüman eden milletten intikam almaya başladılar. Büyük Sadrazam rum Muhammed (Mehmet) Paşanın Konya dolaylarında yaptığı mezalim, Anadolu'nun Moğol istilasına maruz kaldığı zamanlan hatırlatacak bir barbarlıktı... Anadolu, İmparatorluğun ana vatanı olduğu halde, müstemleke muamelesi görmeye başladı, sarayın ve kölelerin arzusu için kan ve can vergisi veren bir yer oldu." (1968-Mayıs) Bu tesbitlerle Nurettin Topçu'nun Türk devletinin, Türk milletinin Allah'a ulaşan iradesini temsil ettiği tezi önemli bir yara alıyordu.
Diğer bir çelişki ise M. Halil Yınanç'ın tesbitlerinde de görüldüğü gibi Anadolu'nun fethinin 1071'de değil, Emevi sultanları döneminde başladığı idi. Abbasilerin ilk dönemlerinde Arap, Türk, Kürt askerlerinden oluşan İslam ordusu içinde Peçenek, Koman Türk boylarının da bulunduğu Bizans ordusunu yenerek ve gerileterek Malatya, Tarsus gibi bölgelerde Abbasi devletine bağlı eyalet yönetimleri kurmuştu. (1968-Nisan)
Bir ekol olmak çabasındaki Hareket dergisi yazarları arasında "gerçek din"in ne olduğundan, yirminci asrın medeniyetini ve teknoloji sorununu algılayış düzeyine kadar farklılıklar görülür.
Mehmet Kaplan ile Nurettin Topçu arasındaki Devletçilik konusundaki farklılıklar 1966 Aralık ve 1967 Ocak sayılarında dergiye yansır. Mehmet Kaplan aşırı devletçiliğin himaye görmek isteyen pasif ruh halini doğuracağını ve insanı makinalaştıracağını işlerken, Topçu ise devletçi rejimin bazı hürriyetleri kısıtlamasının doğruluğunu izah etmeye çalışır.
Hareket dergisi Malatya'da Ahmet Emin Yalman'a yapılan suikast girişimini takiben Devlet'in milliyetçi-dindar kesimin üzerine gitmesi sonucu 1953 Ekim'de yayınını durdurur. Ancak Hareket ailesi 1966 yılına kadar etkinliğini Milliyetçiler Derneği'nde sürdürür. Nurettin Topçu ve arkadaşları 196O'lı yıllarda gündeme sokmaya çalıştıkları Anadolu Sosyalizmi veya İslam Sosyalizmi tezleri nedeniyle Milliyetçiler Derneği'ndeki insiyatiflerini kaybederler. Ancak bu dönemde yeni tanışılan müteşebbis ve araştırmacı bazı gençlerin teşviki ve sorumluluk üstlenmeleri sayesinde Hareket dergisi 1966 yılında bağlığına "Fikir ve Sanatta" ibaresini de ekliyerek çıkmaya başlar.
Ancak Nurettin Topçu'nun kapitalist sömürüye, liberalizme karşı çıkmasına ve Anadolu Sosyalizmi teorisinde diretmesine rağmen, dergiye faizci bankalardan sayfa sayfa reklam alınmasından rahatsızlık duyulmaz.
Temel Felsefe
1966'da yayınlanmaya başlayan derginin V. serinin ilk sayısında geçen yıllar içinde Hareket'in çilesini doldurduğu belirtilir. Ve olgunlaşan gövdeden, çürük dallarla zehirli yemişlerin ayıklanma zamanının geldiği vurgulanan ön yazıda, gizemli bir vahdet-i vücud arayışı kendini ortaya koyar. Başarıdan ziyade, hareketin sırrı aranmaktadır. Aslında soyut söylemler içinde "sır" diye arananın ne olduğu da bilinmemektedir.
Ve 1966 Ocak ayı ile yeni döneme başlayan Hareket dergisinin işlediği temalar "Felsefemiz" başlığı ve Hareket imzası ile ilkeleştirilmeye çalışılır.
Felsefenin her şeyden önce kılavuz olan aklın kullanılmasını sağlayacağı belirtilir. Ve "Felsefemiz" olarak kabul edilecek dört unsur üzerinde durulur:
Birincisi: Yirminci asırda bütün insanlığın ortaklaşa buluştuğu prensipler olarak vasfedilen Tekamül ve Metodlu düşünme prensibi üzerinde durulur ve bu iki prensipten "TEKAMÜLCÜLÜK" ilkesine varılır.
İkincisi: Vücudun ruhu ile birlikte kurtulabileceği ikinci ilke "ANADOLU TOPLUMCULUĞU" olarak savunulur.
Üçüncü: İnsanın içyapısını yoğuracak kuvveti; zulmün karşısına sabrı koyarak sonsuzluğa yolculuk yapan ve "Allah'ı insanda arayan" ahlak davasının temeli "İSLAM RUHÇULUĞU" ilkesidir.
Dördüncü: Bu ilke ise bin yıllık tarihteki ızdırabın yoğurduğu ve ferdiyetçiliği esas olarak kabul eden "İDEALİZM"dir. Ferdiyetçiliğin izahı ise şöyle yapılır: "Cemaat için nefsi feda etmek, en aşırı ferdiyetçi idealimizin davasıdır."
Başta Hareket dergisi yazı ailesini ve Anadolu milliyetçilerini ortak bir payda etrafında toparlamak ve mevcut farklılıkları olağanlaştırmak kaygısıyla üremişe benzeyen bu yaklaşım için şu açıklamalar getirilir: "Felsefemizin tekamülcü, ruhçu, toplumcu ve idealist temellere dayandığını izaha çalıştık. Bu temellerin üzerine, yapılacak bina her düşünürün şahsi görüş ve inanışına göre başka manzara taşıyabilir. Ancak bu temelleri değiştirmek bizi bizden uzaklaştıracağı düşüncesindeyiz... Yunus'ları Akif'lere kadar çok cepheli hayat çilesi bizde bir feryat olmak istiyor, Türk milleti, kendi felsefesinin ifadesini dilinin ucunda saklıyor. Sade bir şeye muhtacız: Duygulu, iradeli, milletini olduğu gibi anlayan ve seven münevverlere." (1966-Ocak)
Anadoluculuk
Oniki senelik aradan sonra 1966'da yayınlanmaya başlayan Hareket'in ilk sayısında, derginin yayın hedefini ve düşünce yapısını ortaya koyan yazılardan birisi de Ercümend Konukman'ın kaleme aldığı "Anadoluculuk" yazısıdır.
Konukman önceki sayılarda işlenen Anadoluculuk akımının bir özetini verir. Bu özete göre "Anadoluculuk kendini bu topraktan sayan ve bilen, hizmet iradesi bu toprakların dışına sıçramayan, kalbini ve mazisini bu toprağın ecdadına bağlayan müslüman Türk'ün gerçek davasıdır" (1966-Ocak)
Remzi Oğuz Arık'a göre din "yalnız başına bir milletin ne kurucusudur, ne batması." (1947-2) Din ile birlikte dil, tarih, soy, toprak gibi unsurlar gerekmekteydi; ama Türk milletini meydana getiren temel unsur toprak, yani Anadolu idi. Anadolu Türk milletinin vatanı idi.
Osmanoğullarının üzerinde daha fazla hayat sürdüğü ve önem verdiği Batı Trakya ve Mekadonya toprakları niçin vatan kabul edilmiyor? sorusunu pek soran da olmuyordu. Veya bu soru T.C. ulus devletinin "yurtta sulh, cihanda sulh" anlayışının kuşatıcılığı içinde boğulup gidiyordu.
Nurettin Topçu "Anadolu Kültürü ve Sosyalizm" adlı başyazısında Allah'a yemin ederek derki: "Ulu Allah'a götürecek Türk milliyetçiliği Anadolunun, ancak hak ile kudretin timsali olan bir yumruk halinde birleşmesiyle mümkün olacaktır. Onun dışında kalan yolların hepsi Anadoluyu yokluğa götürücü yollardır." (1968-Temmuz) Söz konusu yolun dışında kalanları ise Ercümend Konukman özetler. Bunların başlıcaları Ümmetçiler ve Turancılar'dır. Ümmetçiler "Ümmet devrinin artıkları ile millet kuvveti yaratacaklarını ümit ediyorlardı. Bir coğrafya ve iktisadın yaşattığı milli tarih unutuluyordu!" -Konukman'ın eleştirdiği ümmetçilerin bir ulus mu yoksa bir ümmet mi oluşturmaya çalıştıkları anlaşılmıyor- "lrkçılara göre toprak birliğinin milliyetçilikte büyük bir kıymeti yoktu." "Osmanlıcılık" ise Anadoluculuğun bir başlangıcıydı. Mehmet Kaplan'a göre Nurettin Topçu, Hareket dergisinin 1966'da yayınlanmaya başlanan yeni serisi ile "mistik sosyalizm adı verilebilecek olan Anadolu kültür ve medeniyetine dayalı bir görüşü savunmaya başlamıştı." (1976-112)
Nasıl Bir İslam?
Topçu, İslamın felsefesinin hala yapılmamış olduğunu, edebiyatının bulunmadığını ve ahlakının sistemleştirilmediğini ifade eder. (1969-Mart) "Hareket'in Otuz Yılı" adlı değerlendirmesinde ise zihinleri dinin gerçek yoluna sokmak için çalışmaya devam edeceklerini bildirir. Ona göre "İslam kendisini ikinci defa yücelten bu vatanda az zamanda büyücülük, sihirbazlık, sahtekarlık, bezirganlık vasıtası yapıldı ve yapılmaktadır." (1969-Ocak) Bu ne biçim vatandır ki hem İslamı hem de büyücülük ve sahtekarlığı yükseltebiliyor sorusunu şimdilik bir tarafa bırakalım ve Hareket dergisinin peşine düştüğü "dinin gerçek yolu"nu öğrenmeye çalışalım!.
Nurettin Topçu, dinin gerçek yolunu göstermeye çalıştığı yazılarında İslam ile mistisizmi özdeşleştirir. Ve bu anlayışı Hareket yazı ailesinin din anlayışını büyük ölçüde yönlendirmiştir. O, yazılarında ilahi varlığa kalp ve irade yolu ile ulaşmanın sırrını yakalamaya çalışır, Üstelik bu düşüncelerinin Kur'an'dan kaynaklandığı iddiasında bulunur ve kalkış noktası olarak Kur'an'ı gösterir. Kalp ahlakının felsefi temellerini Kur'an'da bulduğunu belirten Topçu, Kur'an'la nasıl bir ilişki içinde olduğunu şu şekilde dile getirir: "Yunusla Mevlana'nın yanı sıra Pascal'dan ve Blondel'den ilham ve işaretler aldık. Kur'an'ı, sadece kavram ve mantık dili ile değil de, kalbin dili ile ve alemin bütün halinde tercümesini yapabilen iman hareketi ile anlayışın sırrına gönülleri ve göğüsleri yaklaştırmak istedik." (1969-Ocak) Kur'an'dan sıkça bahseden Topçu'nun yazılarını ayetlerle irtibatlandırmaması önemli bir zaaftır. "Şehitler" başlıklı (1966-Temmuz) yazısında kullandığı bir ayet metni gibi yer verdiği ayet meali tüm yazılarında ikiyi-üçü geçmez. Daha da önemli olan zaaf, Şehitler yazısında rastlayabildiğimiz bu ayet mealinin metnine karşılık Kur'an'da herhangi bir ayeti bulamamamızdır. Vakıa,5-6; Hakka 13-15; Keyf, 47; Mearic, 9-10. ayetlerini karşılaması muhtemel mi diye zorladığımız bu metin bile muhtemelen Fransızca'dan çevrilmiş olsa gerektir. İşte Nurettin Topçu'nun Hareket dergisindeki yazılarında karşılaştığımız ve ayet meali olarak sunduğu tek metin: "Korku nedir bilir misiniz? İnsanların kelebekler gibi boşlukta dağıldığı dağların atılmış pamuklar gibi uçtuğu korkuyu öğreneceksiniz."
Daha da üzücü olan, felsefesini Kur'an ile irtibatlandırdığını savunan Nurettin Topçu'nun yazılarında şiddetle eleştirdiği "din tacirleri", "kıraat satıcıları", "fetva kutsayıcıları" ve "sahte sufiler" gibi kendisi de Kur'an'ın önünde engeller oluşturucu bir anlayışın sahibidir. Bu anlayışa göre Topçu Kur'an'dan şöyle yararlanacaktır: "Hallaçların, Gazalilerin, Yunusların, Mevlanaların yaran sohbetlerine; Eflatunlarla, Kantları, Pascalları ve Bergsonları da alarak evvelkilerin doymak bilmeyen aşkını, bu sonuncuların ilim, anlayış ve metodları ile birleştirip, Kur'an'ı tahlil ettikten sonra, bu tahlilin unsurları ile, bir kainat metafiziği ve insan felsefesi, yapacağız." (1966-Ağustos) Hadis ekolü Kur'an'ın önüne kendi mezhebini, mukallidler kendi alimlerinin görüşünü, kelamcılar kendi akaid umdelerini, sufiler şeyhlerinin sekir halindeki sözlerini çıkarırken; Nurettin Topçu geleneğin bu tutumuna ek olarak batılı müşrik feylesofların görüşlerini de ön kabullerinin içine çatmaktadır.
Herhalde Kur'an'la irtibat konusunda tutarlı sayılabilecek ilk örnekler, R. Garaudy'ın İslami hedef alan eleştirilerini cevaplamak üzere 1966 Mayıs sayısından itibaren Hüseyin Hatemi'nin kaleme aldığı yazılarda görülmeye başlanır. Yine 1972 Mayıs sayısında ilahiyatçı Emin Işık'ın kaleme aldığı "Kur'an Üzerine Düşünceler" önemli çelişkiler de taşısa Kur'an'la ilgili ilk müstakil yazıdır.
Özellikle 1966'dan sonra Hareket dergisinin fikri yönlendiricisi konumuna gelen Nurettin Topçu, şekle bağlı fıkıhçı anlayışa karşıdır. Dini hayatın tahrif olduğunu, içtihad kapısının açılmasını dile getirir. Bu yaklaşımlar İslami kimliğini oluşturma gayreti içindeki bazı kişilerin dikkatini çeker; ama bu fikri esneklik ve tenkid gücü Tevhidi bilincin kazanılması ve Kur'an'la olması gereken irtibatın kurulması sürecine değil, mistik ve ulusçu değerlere dayanan bir felsefe oluşturulması gayretlerine hizmet eder.
Nurettin Topçu'ya göre "İslami kemiren iskolastik, onuncu ve onbirinci yüzyıllarda Farabi ve İbni Sina ile başladı. Bunlar Aristo'nun felsefesi kıyas mantığını tek hakikat kaynağı diye benimseyen iskolastik düşüncenin İslam'da mümessili oldular. Aristo'nun görüşlerine aykırı olan her fikrin yanlışlığını önceden kabul eden bu filozoflar, Kur'an-ı Aristo'nun fikirlerine uygun olarak tefsir ettiler." Oysa Topçu'ya göre çözüm Aristoculuk çizgisinde değil. Eflatunculuk yolunda ilerlenerek bulunabilirdi. "Eflatunculukta olduğu gibi, ondan sonra da İslam'a uygun esaslar getiren İslami açıklamaya yararlı görüşler ortaya koyan pek çok felsefe sistemleri ortaya çıktı." Ancak "Bugün İslam'da uyanış arayanlar altı-yedi asırdan bugüne kadar uzanan boşluğu doldurmak zorundadırlar." (1968-Kasım) Eğer İslam idealizmi altı-yedi asırdan beri bir boşluk bıraktı ise, o zaman Muaviye'den ve Harran rönesansından sonra İslam'ın taşıyıcısı olarak görülen Osmanlının çöküşü iki-üç asırlık bir süreci değil de, başından beri taşman bir zaafiyeti ifade etmez mi?
Topçu, İslam tarihi içinde mezhepçi yaklaşımların taasubuna, Hz. Muhammed'e saygı adına sakal öpülmesi, hırka takdisi gibi bidatlara, duahanların çığırtkanlığına karşı çıkarken; başka bir yanlışa saplanıp Kur'ani mesajın batini yanına meyleder. Ancak Topçu'nun Kur'an'la irtibatının zayıf olduğu yazılarını okuyan hemen her Kur'an öğrencisinin kavrayabileceği bir durumdur. Ve aslında onun meylettiği Kur'an'ın batini yanı değil, dinler üstü değer kazandırılmak istenen mistik geleneğin değerleridir. Ona göre ulaşılması gereken ilahi tecrübedir. O da bir nevi aşkın (transcendant) tecrübedir. Bu eğilimi ile o, Luis Masignon'dan sonra Hanry Corbin, Seyyid Hüseyin Nasr, Rene Guenon gibilerinin Türkiye'deki öncüsü veya temsilcisi konumundadır.
"Aşkın tecrübe"ye ulaşabilenlerin merhalelerinden bahsedilirken şu açıklama yapılır: "Belki birçok müelliflerde zaman zaman gözüken bu yaklaşma tecrübesinin en ileri hali, Kur'an'da sembolik lisanla bize sırrı tevdi olunan Miraç hadisesidir. En aşağı basamaklarla bu en yukarı basamak arasında yol alanlar veliler, mutasavvıflar ve Kur'an'da büyük saygı ile anılan peygamberlerdir." (1953-Şubat) Kur'an'la bağı saygıdan öteye gitmeyen birçok kişi gibi Topçu da Kur'an'da Miraç diye bir olaya yer verilmediğinden, sadece Rasulullah(s)'ın Mescid-i Haram ile Mescid'i Aksa arasında mahiyeti bizce gayb olan İsra olayını yaşadığından habersizdir. Ona göre "Velilerle peygamberler büyük mistiklerdir. Mistikler vicdan aleminin inkılapçılarıdır. Onlar, ahlak hayatının insanüstü varlıklarıdır. İnce bir tahlilden geçirildiği takdirde, Kur'an'ın birçok ayetleri, derin bir mistik vahyin sırlarını bize vermektedir. Hz, Muhammed'in kendisi de samimi ve sürekli bir çile doldurucu hayatı geçiren, 'Allah'ına tutkun bir aşıkı' idi. Hallac-ı Mansur'un bize tanıttığı mistik çalışmalarla ruh bir kere beden zevklerinden sıyrıldı mı, insan Allah'lığa yaklaşır. Artık Allah'ın emri ile yapılandan başka bir şey istemez. O andan itibaren onun her hareketi, Allah'ın hareketidir ve onun her emri Allah'ın emridir." (Türkiye'de Maarif Davası, s.120,1970-İst.) İşte Türk milletinin yaşadığı sıkıntıların nedeni. Allah'laşmış velilere (haşa) sahip olamamak!
Topçu'ya göre İslam davası, davanın alemdarı olan Peygamber'in iki büyük halifesinden ve bir de "Hazreti Muaviye"den sonra Osmanoğullarına kadar sukut etmiştir. (1967-19) Topçu Emevi ve Abbasi istibdatına karşıdır; ama istibdatı kurumlaştıran Muaviye'yi Hz. Ali'nin önüne geçirebilir. Veya Osmanlı saltanatının İslam'ı temsil ettiğini vurgularken, Abbasiler canilikle suçlanabilir. Saray uleması "İslam'ı Sömüren Siyaset"in fetvacıları ve "kara kaplı kitap taşıyan dalkavuklar güruhu"dur; ama nasıl oluyorsa Osmanlı sarayının kapıkulları Zembilli Ali Cemali'ler, İbn-i Kemal'ler İslam'ın gerçek sahipleridir! (1971, Ocak-Şubat)
1970'lerden sonra yayınlanan çok az yazıyı istisna edecek olursak, Hareket dergisinde anlatılan İslam, Kur'an'dan ve Rasulullah'ın uygulamalarından beslenen bir din anlayışını değil, tevhidi kimlikten ve ümmet anlayışının gereklerinden uzaklaşmış sufilerin taşıdığı ve müsteşriklerin işlediği muharref geleneğin değerlerini önceliyordu. Bu anlayış Kur'an'dan ilham aldığını defaatle iddia etmesine rağmen vahyi değil, tarihi birikimi ve muharref geleneği ölçü almaktan çekinmeyen parçacı, sentezci, iş'ari, eflatuncu, taklidçi bir çerçeveye oturuyordu. Bu yönüyle Hareket dergisi ikide bir bahsettiği rönesans idealine rağmen Osmanlı toplum yapısından miras alınan din anlayışının mahkumu, ruhçu oryantalistlerin takipçisiydi.
Hareket'in Kur'an'la irtibatını güçlendirmek, sahip olduğu telakkileri sorgulamak ve Kur'an ile sağlamasını yapmak, Tevhidi mesajı kavramak, sosyalleştirmek ve evrensel İslami hareketin kazanımlarından dersler çıkartmak gibi bir kaygısı yoktu. Onun derdi Türk milletinin ve Türkiye'nin güçlendirilmesinde, İslam'dan nasıl faydalanılması gerektiği noktasındadır. Maalesef ki ümmet ve Tevhid bilincinden kopuk olan bu yaklaşım, Türkiye'de vahiy İslam'ı yerine tarihi İslam'a sarılan bir çok cemaatin, tarikatın, akademik camianın dini kimliğinin belirleyicisi olmuştur.
Hareketçi Gençler Bilimsellik Yolunda
Hareket dergisi tekrar yayınlanmaya başladığı 1966 yılından sonra güncel siyasete ilgi göstermemeye dikkat etti. Zira o Türk milletinin rönesansını gerçekleştirme peşindeydi. "Yeniden doğuş esas itibariyle ferdi dehaların eseri olacaktı." Muzaffer Civelek'in dile getirdiği bu tesbite göre Anadolu milliyetçiliğinin içinden yaratıcı fertler çıktıkça, kitle onları takip edecekti. (Armağan, 5.56) Topçunun dava arkadaşı Ercümend Konukman'ın yazdığına göre yetiştirilmek istenen bu yaratıcı fertlerin 1960 ihtilali sonrasında Adalet Partisi'nin kuruluş çalışmalarında rol almaya teşvik edilmesi ve daha sonra birçoklarının milletvekili olmaları sonucunda -Hareket dergisi ailesine mensup veya bağlı olarak Meclis'e giren 60 kişi idi- bu kişilerin Hareket ailesi ile ilişkileri zayıflamış veya kopmuştu. (1976-112) Başta daha sonra Meclis Başkanlığı yapan Ferruh Bozbeyli olmak üzere bir çok kişi Yunus Emre'nin çektiği çileyi yüklenip olgunlaşmadan ikbal ve koltuk sevdasına kapılmışlardı. Bu çevrenin dışında ciddi bir donanıma sahip milli ve İslami değerleri gündeme getirerek particilik yapmaya çalışanlar da zaten fırsatçılık ve düzeysizlikle suçlanıyordu.
Hareket dergisinin genç yazı ailesi dergide işlenmiş olan tezler, Nurettin Topçu ile yapılan sohbet oturumları ve Ezel Elverdi, D. Mehmet Doğan, Davut Özer üçlüsüyle 1967'de kurulan "Milliyetçi Toplumcu Anadolucular Derneği" etkinlikleriyle eğitilir. Türk milletinin rönesansını gerçekleştirmek için her biri kendi ilgi alanında ihtisaslaşmayı idealize eden bu gençler, genellikle 1970'li yıllardan sonra Hareket dergisinin ve özellikle Nurettin Topçu'nun tezlerini bilimsellik iddiasıyla delillendirmeye ve güçlendirmeye gayret ederler.
"Türk İktisat Tarihi" başlıklı yazısında Gökhan Evliyaoğlu modern Türk milliyetçiliğini bilimsel temeller üzerine oturtmak amacıyla ortaya çıktıklarını ifade eder. Zaten Hareket dergisinin yıllarca süren yayını bilimsel milliyetçiliği hazırlayan en önemli sebepler arasında zikredilir. Evliyaoğlu'na göre "Milliyetçiliğimizin politika dışında kalan, tarihsel ve ruhçu değerlere bağlı bir cephesinde uzun bir geçmişi bulunan Anadoluculuğun yeni bir biçimi olan (Ruhçu Toplumculuk), milliyetçi düşünürlerimizden Nurettin Topçu'nun sağlam, ahlaki kişiliğinde, manevi değerlerle yüklü toplumculuğun tarihsel doğrultusunda modern bir açıdan gelişmektedir." (1972-Ocak)
Mustafa Civelek ise "Ne İçin Milliyetçilik" yazısında milliyetçiliğin gayesini milleti İslam'a yükseltmek olarak gösterir. Bu tesbitlerin yapıldığı dönem, İslami uyanışa neden olan eserlerin ve anlayışların Türkiye toplumuna kazandırılmaya başlandığı ve çok sınırlı da olsa talepkar ve düşünen bazı müslümanların, İslami hareketlere ve tevhidi bilinçlenişe kalplerini ve dimağlarını açmaya başladığı günlerdir. Gündemi İslami hareketlerin tezleri doldurmaya başlamıştır. Böyle bir dönemde İslami konulara ve görüntüye daha fazla ağırlık vermek ve ümmetçilik eleştirisinin daha bir örtülü olarak yapılması gereği kendini hissettirir. "İslam olmak için milleti inkar ilkelliği" ve "Milliyetçilik yapmak için İslam'ı ihmal etmek gafleti" (1972-Şubat) eleştirilir. Ama gene de ortaya çıkan hüküm eskisinden farklı değildir: Türklükle İslam etle tırnak gibidir. Ama Anadolu toprakları üzerinde Türk olmayanların parmakları ya tırnaksız, ya da tırnakları etsiz kalacaktır. Çünkü derginin tüm yayın süresince "Hareket" imzası taşıyan şu ifadelere yönelik hiç bir tepkiye rastlamamız mümkün olmamıştır: "Şifahi dil, coğrafi mıntıkalara göre değişir. Milli bir dil ancak yazı dili sayesinde mümkün olur. Bu da herkesin okuyup yazmasını icabettirir... Telaffuz ve mana farkları, düşünce ve duygu ayrılıklarını doğurur. Türkiye'de ekalliyetler de dahil, herkes Türkçe bilmeli, konuşmalı ve yazmalıdır. Ancak o zaman hakiki bir milli birlik kurulmuş olur." (1953-Şubat) Yani Türkçeyi öğrenmeyen Anadolu'daki müslüman Arap, Kürt, Zaza, Laz, Çerkez köylüleri vd. ülkenin birlik ve bütünlüğünü bozmaya aday potansiyel suçlulardı. Birleştirici bağ olarak onların müslümanlıkları yetmemekte, illaki Türkçeyi bilmeleri bir diğer ifadeyle Türkleşmeleri gerekmekteydi. İyi ki hareket çevresi güncel siyasetle uğraşmamış, gençlik kolları ve komanda kampları kurmamıştı. Yoksa ilkelerini halka zorla dayatacak olan sivil faşizmin gücü, Türkiye'de çok daha önceden varlık bulabilirdi.
"Hareket" milliyetçiliğinin "İslam ruhçuluğu" olarak ilkeleştirildiği en önemli dayanaklarından biri olan Tasavvuf kültürü üzerinde de ilk olarak bu dönemde ciddi incelemelerde bulunulur. İlk incelemeler Yaşar Nuri Öztürk'ün seri çalışmalarıdır. Tasavvufun Kur'ani ve psikolojik hüvviyetini tanıtma iddiasında bulunan Yaşar Nuri, bu konuyla ilgili yetersizliğini de şöyle ortaya koyar. "Biz tasavvuf hakkında yazmaya mahkumuz. Oysaki tasavvuf yazılmaz, yaşanır." (1972-Şubat) Ahmet Debbağoğlu'nun "Tasavvufun İçtimai, İkisadi ve Siyasi Yönleri"ni (1973-Haziran) ve Tasavvufun Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşundaki rolünü (1973-Ağustos) incelediği yazılarına daha sonra aynı alanda ihtisaslaşmaya çalışan Mustafa Kara önemli ilavelerde bulunur.
Yine bu dönemde Anadolu'nun yapısal sorunlarını dile getiren çalışmalar dergi sayfalarında yer almaya başlar. D. Mehmet Doğan'ın "Türkiye'de Toprak Meselelerinin Tarihçesi", Turan Utku'nun "Köy Kalkınması", O. Zeki Berberoğlu'nun "Türkiye'nin Mesken Meselesi", M. Necati Büyükkurt'un "Türkiye'de Şehirleşme Hareketleri", Cemal Kuanç'in "Ziraat Kesiminde Şartlar, Toprakların Durumu ve Kooperatifleşme", Mustafa Kara'nın "Tekke Teşkilatı", Hasan Tanrıöver'in "Türk Hukukunun Kaynakları" ve "İslam Hukuku" gibi yazıları bu türden çalışmalardır.
Hareket dergisi millet kültürünün yapısında esaslı rol oynadığı için sanata büyük önem verir. Ancak sanatın gerek sözlü ve fonetik ve gerekse plastik dallarında memleketin havasına uygun bir felsefi sistemi aşklaştıran iradeye ulaşılmadığı için, dehaların çıkartılamadığından ızdırap duyulur. Mimaride Selçuklu sanatı İstanbul'da milli ruha karışan ve onu değiştiren Bizans sanatının alternatifi olarak görülürken Ziya Gökalp ile aynılaşılır. Nuretin Topçu'ya göre "Her sahada milli sanatımız varolmak için önce felsefesini beklemektedir." (1953-Mart) Ancak Hareket ailesi özellikle yazı sahasında gittikçe hikayeci, şair ve denemecilerini yetiştirmeye başlar. Bu alanlarda Sadettin Kaplan, Hasan Hüsrev Hatemi, Mustafa Kutlu, Sami Boz, Şevket Bulut, Gökhan Evliyaoğlu, D. Mehmet Doğan, M. Atilla Maraş, Durali Yılmaz, Abdurrahim Karakoç, Bahaddin Karakoç, Mustafa Civelek, Niyazi Adalı, Ali Bulaç gibi isimler kendilerini hissettirmeye başlarlar. Bu kalemler ya Hareket dergisi yazı ailesinin mensuplarıdırlar veya Hareket onlar için önemli bir çekim alanıdır.
Örneğin daha sonra evrensel İslami hareketin tezlerini savunmaya çalışacak olan Ali Bulaç'ın "İslam Düşüncesinin Kaynakları" gibi iddialı bir yazı başlığı altında görüşlerini dile getirip Kur'an ve Hadis'in vahiy olduğuna işaret ederken (1973-Ocak-Şubat), Yakup Kadri'nin "Yaban" romanını eleştirip Anadolu insanının yüceliğini dile getirirken (1972-Aralık), "Bir Devrin Yüzakı/Derviş Yunus" yazısında Bektaşi tarikatının mensupları olan Yavuz Sultan Selim ve yeniçerilerinin "Veliyullah" mertebesine ulaşma özentisi içinde olduklarını, yoksa amaçlarının "kuru kavga" olmadığını belirtirken (1973-Mayıs), "Gavur Kayırıcıları" adlı kitabı değerlendirdiği yazısında M. Metin Mengüşoğlu'nu "Milli Kültür savaşı" verdiği için överken (1973-Aralık) Nurettin Topçu ve Hareket'in düşünce çizgisinin anaforuna ne denli kapıldığını görmek mümkündür.
Yine bu çizginin ön plana çıkarttığı "Bin yıllık tarih" söylemi, Fetih kutlamaları, Mehmet Akif ve Çanakkale şehitlerini anma günleri giderek dini çevre ve cemaatlerin paylaşamadıkları etkinlikleri oluşturmuştur.
Bu dönemde Nurettin Topçu yazılarında ya daha önce ortaya koyduğu tezlerine vurgu yapmıştır ya da "Dostluk", "Dua", "Rahmet", "Kendini Bilmek" gibi başlıklar altında tasavvufi içerikli görüşlerini işlemiştir.
1975'te vefat eden Topçu'dan sonra talebeleri Hareket'i 1976'da üç aylık periyotlar halinde bir sene daha çıkartabildiler. Ancak dergi son olarak 1979 Mart'ında yeniden çıkmaya başladı. Hareket'in tarihi ve dini incelemelere ve İslami meselelerin takibine ağırlık verdiği bu son şeklinin yayını ise iki sene sürdü ve 1982 Mart'ında yayın hayatı nihayete erdi.
Hareket dergisinin çizgisine 1990'dan itibaren yayınlanmaya başlayan aylık Dergah dergisi sahip çıktı. Zaten Hareket'in son sayısında şu vurgu yapılıyordu. "İnanıyoruz ki, bundan önce olduğu gibi Hareket yine bir gün -belki başka bir adla- neşriyatına başlayacak, Türk kültür hayatındaki yarım asırlık macerasına devam edecektir."
1979 dönemi Hareketinde -ilk izleri 1974 Ocak'ında İlhan Eraydın'ın kaleme aldığı "Ayın Getirdikleri" bölümünde görülen- ayın iç ve dış siyasi gelişmelerinin değerlendirildiği "Ayın Hareketi" başlığı altındaki yazılarla dikkat çeker. Ve özellikle o tarihlerde gündem tutan İran İslam Devrimi'ni anlamaya ve yorumlamaya çalışan değerlendirmeler, en az "resmi ideoloji" eleştirileri kadar ilgi toplar. Süleyman Uludağ'ın İslam düşünce tarihine ait yazıları ise sistematik bir değerlendirme ölçüsü kazandırmaktan çok malzeme sunması açısından ilgi uyandırır.
İsmail Kara'nın "İslamcılık Cereyanı" (1979, Temmuz-Ağustos) ve "Hicri XV. Asrın Eşiğinde İslam Dünyasında Fikri Hareketler" (1979, Kasım-Aralık) başlıklı yazılarında Türkiye'deki İslami çevreler ve İslam dünyasındaki akımlar ve etkin görüşler tanıtılmaya çalışılırken, örtük olarak ümmet idealine dudak bükülür. Ama o dönemde bu küçümsemenin nedeni, Nurettin Topçu veya Mehmet Kaplan'ın hesapsız ve açık tavrını yaşatacak bir netlikle ortaya konmaz. İsmail Kara ikinci yazısında (1979, Kasım-Aralık) İsmet Özel'in "Üç Mesele" adlı kitabının önemini abartması da dikkat çekicidir. İsmet Özel, Hareket felsefesinden etkilenmiş veya bazı konularda bu çizgiyle paralelliğe düşmüş olacak ki kitabında İslami mücadelenin tarihe ve coğrafyaya yer biçmesi gerekliliğinden ve "milli hedefler için İslam'ın vazgeçilmez bir dinamik" olduğundan bahsetmiştir. Özel'in Kur'an'a ve usuli konulara yaklaşırken sergilediği bulanıklığı, medeniyet ve teknoloji konularındaki görüşleri ve İslam'ın milli çıkarlara dinamizm kazandıracağı yaklaşımı ile Hareket çizgisine yaklaştığı hesabı yapılmış olacak ki, kendisine abartılı iltifatlar sunulmuştur. Oysa Özel'in o dönemlerde ümmet dayanışmasına ve sorunlarına önem veren yaklaşımları daha ön plandadır.
Hareket'in son dönemi İslami hareketlerin ve İslami yükselisin dünya çapında gündem tutmaya başladığı yıllardır. Hareket yazarları o dönemlerde doğrudan İslamcılık ve ümmetçilik eleştirisi yapmaktan kaçınmışlar, evrensel İslami hareketin yaygınlaşan şiarları karşısında milliyetçiliklerini açıktan sergilememişler; hatta millilik felsefelerinden kaynaklanan demokrasi, hürriyet, batıcılık, laiklik, liberalizm eleştirilerini gelişen İslami kavram ve şiarlarla paralel düşen ifadelerle yapmışlardır. Belki de bu çekingenlik bilinçlenen müslümanların sağcılığa, sosyalizme, milliyetçiliğe getirdikleri İslami eleştirilerin etki uyandırıcı gücünden kaynaklanmıştır.
Sonuç
Türkiye'deki demokrasiye geçiş sürecinde konuşma ve yazma haklarından yararlanmaya çabalayan bazı müslümanlar, kendilerini bu haklardan yararlandıran "Ulus Devlet"'in vatandaşlık şartı olarak öne sürdüğü bazı umdeleri kabul etmek durumunda oldular. Bu tavır bir uzlaşmanın ifadesi idi. Ancak bu uzlaşma zaten zindeliğini yitirmiş olan müslüman kimliğine eklenen yeni olumsuzluklar getirdi. Kendini İslam coğrafyasından sınırlayan bir vatancılık; ümmet idealine yabancılaşmış bir milliyetçilik; tevhid, adalet ve ümmet unsurlarından vazgeçmiş bir devletçilik. Üstelik sahiplenilmeye başlanılan bu unsurlar sadece Türk milletinin birlik, beraberlik ve idamesine hizmet için vardı.
Oysa kaybedilen İmparatorluk topraklarından sonra Türkiye toprakları üzerinde kalan insanımıza ve bölgeye tahakküm etmek üzere kurulan batıcı, laik, ulusçu T.C. devletinin vatancılık, milliyetçilik, devletçilik umdeleri halka baskı yoluyla dini değerlerini dışlayarak kabul ettirilmeye çalışılıyordu.
Hareket dergisi Türkiye toplumuna zorla, baskı ve şiddet yoluyla kabul ettirilmeye çalışılan T.C. ideolojisine ve uygulamalarına karşı ilk muhalif ses olarak kendini hissettirdi. Ancak Hareket'in itirazı "Ulus Devlet"'in varlığına, milliyetçiliğe, vatancılığa, Türkiye toplumunu Türkleştirme politikalarına karşı değildi. Bunların yöntem ve içeriklerineydi.
Hareket'in T.C. kimliğine olan karşı tavrı bir uzlaşmayı değil bir muhalefeti sergiliyordu. Ancak bu muhalefet T.C. kimliğinin fiziki değerlerini reddetmek anlamına gelmiyordu. Sadece T.C. kimliğinin ideolojik yapısını belirleme konusunda bir muhalefet söz konusuydu. Hareket dergisi çevresi İslamcıların tersine Türk kimliğini, Türk vatanını, Türk devletini yükseltmeyi varlıklarının nedeni olarak görüyor; ancak yürürlükteki resmi politika (resmi ideoloji) ile bu fiziki unsurların tarihi köklerini belirleme konusunda ihtilafa düşüyordu. Dolayısıyla bu muhalefet Türk milletinin sadece fiziki yönüyle ruhsuz ve batı kültürünün etkisine açık kalmasını istemiyor, bin yıldan beri yaşanmaya çalışılan mistik değerlerin ve İslami törenin Türk milletinin manevi yönünü doldurarak onun fiziki yanına güç ve yön verecek bir ruhi yapının da var kabul edilmesini istiyordu. Ama sonuçta Anadolu toprakları üzerinde Osmanlı artığı egemen sınıfların kurduğu ulus devlet ve icazetli vatan sınırları kutsanıyor, İslami toplumlardan radikal bir kopuşu ifade eden Türkçü kimlik idealize edilmeye çalışılıyordu.
Resmi ideoloji halkın dini değerlerini baskı ve şiddetle tasfiye etmeye kalkışarak Türk kimliğini kurumlaştırmak istiyordu. Hareket dergisi mensupları ise uygulanan baskı ve şiddet politikalarını "batıl itikad" olarak görüyor (1953-Mart) ve bin yıldan beri Anadolu toprakları üzerinde var olan dini birikimi reddederek Türk kimliğinin oluşturulamayacağını iddia ediyorlardı.
Resmi ideoloji dini önemsemeyen ve batılı yaşam tarzına ulaşmayı amaçlayan bir Türk milliyetçiliğini kurumlaştırmaya çalışıyordu. Hareket dergisi ise dini önemseyen –tabii ki bu din tüm bid'at ve taassuplardan arınılma söylemine rağmen tarihi ve folklorik bir dindir- ve batılı yaşam tarzının maddeci yanına karşı çıkan, ama Türk rönesansını amaçlayan bir Türk milliyetçiliğini önemsiyordu.
Rejimin baskısından bunalmış ve ulusal kimlik konusunda uzlaşma yoluna giderek varlıklarını korumaya çalışan Türkiye müslümanlarının önde gelenleri ve gayretkeş dimağları, tabii ki Türk ırkını İslam'la sentezleyerek bir ulus ideolojisi yaratmaya çalışan ve dolayısıyla da dini konulara hürmetkar "Anadoluculuk" akımına ve Hareket dergisinin felsefesine, uzlaşmak zorunda kaldıkları resmi türkçü ideolojiden daha sıcak bakacaklardı. Ancak Hareket çevresinin ulusal değerleri ve kurumları İslam ruhçuluğu ile kuşatma çabaları sürerken ve halkla bütünleşemeyen resmi ideolojinin halk devlet kaynaşması için giderek bu tür çabalara iltifat etmeye başlamasıyla da güçlendirilen bu eğilim, müslüman kesimdeki uzlaşmacılığı giderek kuşatmaya başladı.
Ve Türkiye müslümanlarının zaten tevhidi tavır ve ümmet düzeyinde erimiş bilinçleri, yeni bir kimlik erozyonuyla karşı karşıya kaldı. Yeni sorun Türk milletinin yüceliğini kabul edip etmemek ve Türk milletini savunma ve yüceltmek "cihadına" katılıp katılmama sınavıydı. Batılılaşmış İttihatçı kadroların batıyla uzlaşarak kurdukları Türk devleti, kendini Türk kabul eden Anadolu halkının devleti olmak durumundaydı. Hareket dergisine göre zaten devleti bir yönetici zümre kurar, bu devlet meşruiyetini yönetilenlerin itaatinden alırdı. Ancak milletin iradesinde var olan din anlayışına itibar edilmezse, milli irade ve dolayısıyla devlet çürümeye başlardı. (1976-112, s.) Bazı sıkıntılarla karşılaşılsa da zaten devletimiz bin yıldan beri yaşıyordu. O halde devletimize sahip çıkılmalı ve ona ruh kazandırılmalıydı. Ancak" üzüntü veren konu devlete sahip olan kadroların halka yabancılaşmalarıydı. Devlet Türk halkının iradesini ifade ediyorsa, Türkiye'ye, Türk milletine ve Türk devletine iyi hizmetler yapılarak halk-devlet bütünleşmesi sağlanabilir ve devlet yönetimine sahip olunabilinirdi.
İslami hareketlerin dünyada güç kazanması, evrensel İslami bilincin Türkiye müslümanlarını uyarmaya ve uyandırmaya başlaması, Türkiye'de bazı insanların ulaşabildikleri Kur'ani bilinçle toplumlarını yeniden ümmet bilincine ulaştırma cehti sergilemeleri ve ulus kimliğin özellikle Kürt sorunu karşısında birlik ve beraberliği sağlayamayacağının anlaşılması vd. nedenlerle T. C. devletinin kurulduğu ilk yıllardaki kuru, ruhsuz, halkına düşman milliyetçilik anlayışından -en azından politik olarak- vazgeçildi. Ulusal kimlikten taviz vermeden devlet-halk bütünleşmesini sağlayacak en uygun politika milliyetçiliği, vatancılığı, devletçiliği dini duygularla barıştırmaktı. Aslında Hareket ailesinin etkinliklerini dernek faaliyetleriyle sergiledikleri günlerde bu gayretin izlerine rastlanır. Örneğin 1960 öncesi "anarşik olayların meşru hükümet ve iktidara yöneldiği" kabul edilip dernek adına devrin başbakanına çekilen bağlılık telgrafının mahiyetini ve 1960 ihtilali öncesi Örfi idareye rağmen bitmeyen ayaklanmaları bastırmak için "milliyetçi-mukaddesatçı gençliğe bir çeki düzen vermek" üzere Başbakan'ın emri doğrultusunda Nurettin Topçu, Gökhan Evliyaoğlu, Ercümend Konukman ve Hayri Tezkan'dan oluşan dört kişilik Hareket ailesinin İstanbul Valisi ile neler konuştuğunu Konukman'ın Nurettin Topçu'nun ölümü nedeniyle kaleme aldığı yazısından takip etmek mümkündür. (1976-112)
Ve halkıyla barışık, Türk ulusunun ve vatanının çıkarlarını en az ruhsuz milliyetçiler kadar düşünen ve savunan dindar milliyetçilere imkanların kapıları açıldı.
Dini değerleri istismar ederek dindar kesimin oylarına gözünü diken düzenin liberal kanadı, 1960'lı yıllardan sonra Atatürkçülüğün batıcı-devletçi çizgisinde direten sol kutup tarafından sağcılık ile suçlanmaya başlandı. Özellikle de 1960'lı yıllardan sonra, sağcılık, İslami duyarlılık taşıyan kitleleri sisteme entegre etmenin sıfatı oldu. Dini kimliği ulusal değerlere evrilmiş İslami cemaat ve çevreler, 1960'lı yıllarda sağcılığı bayraklaştırdılar. Güncel politikanın sağladığı kazanımlarla da ilkesizce peşinden koşulan sağcılık konusunda Nurettin Topçu daha sonralardan ikazda bulunup kendilerinin üçüncü cepheyi oluşturduklarını belirtmisti. (1968-Temmuz) Ama "Hareket", sağcılığın cazibesinden kurtulamayıp bu kavramın içeriğini başyazısında Türk-İslam bakışıyla doldurmaya çalışmıştı: "Sağı kapitalizmin kucağına oturtanlar onu hiç anlayamayan, bir masumu ahlaksız bir dava vekilinden dolayı suçlayanlardır. Tarih boyunca bütün gerçek sağcılar -başta peygamber olmak üzere- kapitalist zihniyeti söz birliği halinde reddetmişler... Sağ fikrinin menşeinde Allah fikri vardır. Sağın materyalist doktrinlere, onun iktisadi bir nizamla birleşmiş hali olan komünizme düşmanlığı bu yüzdendir," (1967-Mart) Böylece "milli dindarlık" ile "sağcılık" sıfatlarının birbirine yaklaştırılmasına Hareket dergisi de katkıda bulunmuş olur.
Ulusçu, devletçi, vatancı dindarlığın teorisi Hareket dergisinde yapılmıştı. Şimdi bu teoriyi devletin ve Türkiye'nin çıkarları doğrultusunda kullanmak aşamasına gelinmişti. Aslında emperyalizmin, milli devletlerin ve sultaların korkulu rüyası olan İslami hareketlere, Tevhidi mücadeleye ve Kur'ani oluşumlara karşı uzlaşmayı ifade eden ve üretilen "milli İslam" veya tercih edilen "halk İslami", "tarihi İslam", "geleneksel İslam" son dönemlerde çokta tehlikeli olarak görülmemeye başlanmıştı. Kur'ani ilkelerden arınmış bir İslam'la hem müslüman kitlelerin gözü boyanabilir ve hem de evrensel İslami mücadelenin önü kesilebilirdi. Ruhsuz Türk milliyetçiliğinin savunucu olan kemikleşmiş güçler aslında değil geleneksel İslam anlayışına taviz vermek, Anadolu milliyetçiliğine dahi taviz vermek taraftarı değillerdi. Ancak Türk devleti ulusçu ilkeler üzerinde varlığını devam ettirebilecekse varsın Hallac-ı Mansur da Türk kültürünün bir parçası olsundu. Önemli olan Türk ve Türkiyeli olmayan ve Türk olmak bilincini önemsemeyen tehlikeli akımların ezilmesiydi.
"Afgani ve Abduh gibi farmasonlar", "mezhepsizler, reformistler, vahhabiler, sünnet düşmanları"ndan sonra "İslamcılık ceryanı", "Mevdudi ve Kutup gibi bidat ehli", "İran'ın farisileri", "Arabın deve çobanları", "Hizbullahçılar", "Halka düşman radikaller", "Militan İslam" (!) emperyalizme ve zalim işbirlikçilerine karşı direnmek, Tevhidi anlatmak, Kur'ani mesajı yaymak, ümmet bilincini yaygınlaştırmak adına hem "Klasik İslam geleneğine" hem de "ülkenin milli birlik ve menfaatine" zarar veriyordu.
Ancak bu "aşırı İslamcı" akımlara karşı "ılımlı İslami" savunmanın akliliği konusunda ABD'li yöneticilerden Türk devlet adamlarına kadar bir mutabakat sağlanıyordu. Tevhidi uyanışı ezmek, Kur'ani mesajı bulandırmak, İslami hareketleri sindirmek için de Diyanet İşleri Başkanlığı'nın fetvalarından, muhterem Hocaefendi'lerin vaazlarına, tarikat şeyhlerinin sohbetlerinden, akademisyenlerimizin ilmi çalışmalarına, devlet güvenlik örgütlerinin İstihbarat çalışmalarından, batılı uzmanların araştırmalarına kadar bir katılım gerekiyordu. Katılımcıların laik-dindar, solcu-sağcı, kapitalist-toplumcu, batıcı-doğucu, modernist-gelenekçi gibi tüm farklı özelliklerine rağmen üzerinde birleştikleri kimlik Türk milleti, Türk vatanı, Türk devleti ideali idi. Bu idealin gücü, kendini müslüman kabul eden zümreler üzerinde Kur'ani uyarılardan çok daha fazla etki uyandırabiliyordu. Hareket dergisi, turancı ve batıcı Türk milliyetçiliği karşısında başarı sağlamıştır. Zira Hareket'in ürettiği ulusal dindar kimlik, tüm değerleri erozyona uğrayan Türkiye Cumhuriyeti sisteminin çözülüşünü durdurmak için bugünlerde dört elle sarılınmaya çalışılan kimliktir. Türkiye'de son dönemlerde İslami hareketin önüne ve toplumla Allah'ın mesajı arasına gerek resmi ve gerek sivil yapısıyla dikilen en önemli sorunlardan birisi de bu "milli dindar kimlik"tir.