Monografik çalışma yapmanın kendisine özgü bir dünyası vardır. İsteseniz de istemeseniz de çalışma kişiselleşir. Eğer üzerine çalıştığınız kişi sağ ise onunla tanışır ve görüşürsünüz. Çalıştığınız kişinin kamusal profilini veren yazı dünyasının dışında onun somut varlığına, özel hayatının bazı yönlerine şahitlik edersiniz. Eğer bu dünyayı terk etmiş birisi ise bu kez onun geride bıraktığı dostlarıyla görüşür, çok sayıda hatıraya kulak vererek, onun kişisel özelliklerine aşina olmaya başlarsınız.
Monografik çalışmasını tamamlayan kişide garip bir rahatlama tezahür eder. Sanki iki kişilikli dolaşmanın ağırlığından kurtulmaktır bu. Hele çalışmanızı yayınladıktan sonra ayrıca bir hafiflik duyarsınız. Artık başka işlere bakabileceksinizdir. Ama öyle olmaz. Monografisini yazdığınız kişi ile aranızdaki bağ daha da gelişir. Bir kere artık akademik-entelektüel kamuoyunda "filankes üzerine çalışma yapan kişi" olarak tanınıyorsunuzdur. Bu etiket hayatınız boyunca sizden silinmez. Konuyla ilgili çağrıldığınız toplantılarda tebliğ verir, bir iki yazı yazar; her seferinde "artık bu son olsun" dersiniz. Sonra başka gelişmeler olur. Mesela, yeni bakışlar ya da kavrayışlar geliştirdikçe, "keşke o çalışmayı öyle değil de böyle yapsaydım" gibi düşünceler uçuşur kafanızın içinde. Zaman içinde, aynı kişi üzerine çalışan yeni isimler, konunun "duayeni"(!) olarak sizin kapınızı çalar. Önce sıkılırsınız. Ama ihtimal, bir süre sonra sizin olduğuna inandığınız bir şeyin elinizden alınmakta olduğu gibi tuhaf bir his duyarsınız. Derinlerde bir yerlerde mülkiyetçi kabalıklarınız uyanır; "ene"niz depreşebilir. Sanki sizin isminiz sizden çalınmaktadır. Eğer bu düşünceyi yenemezseniz, kapınızı çalan kişiyi horlayabilirsiniz de. Hele sizin vardığınız sonuçları eleştiriyor ve farklı bir şeyler iddia ediyorsa kaleme sarılıp ağır cevabi yazılar yazabilirsiniz. Değil mi ki, sizin sahib-i aslisi olduğunuza inandığınız bir şey sizden alınmaktadır(!). Ama o zaman daha da iyi anlarsınız ki, kurtulmak istediğiniz, hatta artık kurtulduğunuzu sandığınız bu kişi sizden hiç uzaklaşmamıştır ve yerinde durmaktadır.
Bu arada başka gelişmeler de olur. Zaman içinde o kişi hakkında bazı yeni duyumlar ya da bilgiler edinirsiniz. O ana kadar bilmediğiniz şeylerdir bunlar. Kimi kez çok şaşırırsınız.
HEM HİTLER HEM GANDHİ HAYRANI OLUNABİLİR Mİ?
Nurettin Topçu üzerine çalışma yapmak büyük ölçüde tesadüfi gelişmelerin sonucu olarak gündemime girdi. O günlerde 12 Eylül rejiminin ideolojisini inşa etmeye çalışan çevrelerde Türk-İslam sentezi büyük bir ilgi görüyordu. Dinî ve millî hislerin bir araya getirildiği bir özelliğe sahip olan bu ideoloji, askerî idarenin olanca katılığıyla yorumlanıyor ve son derecede sevimsiz bir profil ortaya çıkarıyordu. Bu mesele teorik anlamda ilgimi çekmeye başlamıştı. Nasıl oluyor da din gibi alemşumul bir bakış, milliyetçilik gibi sınırlara işaret eden "biz-öteki" ayrımı üzerine bina olan bir düşünceyle bu kadar kolay harman edilebiliyordu? Din-milliyetçilik etkileşimini odağına alan bir literatür üzerine çalıştıktan sonra, bu okumaların ışığı altında bir "olay " ya da "figür" çalışması yapmam gerekecekti. İkincisini tercih ettim. Ortalık sentezciden geçilmiyordu. Birçoğuna baktım. Ama durum umut kırıcıydı. Çünkü bu namlı isimlerin kısm-ı azamı, çok sorunlu olan bu sentezi derin bir düşünüşle değil, düşünme işini savsaklayan bir eklektizm basitliği ile geçiştiriyor ve lise düzeyini bile tutturduğu tartışmalı kötü edebiyatlarla ortaya koyuyordu. Umudumu kaybetmek, hatta yeni bir konuya el atmak üzereydim. Bugünlerde, bir tanıdığımla konuşurken bana "Topçu'yu okudun mu?" diye sordu. İsmini duyduğumu, lakin okumadığımı söyledim. Din ve milliyetçiliğin sentezini en mistik şekilde yapanın Topçu olduğunu söyledi. Mistisizm sözü dikkatimi çekti. Bunun bir derinlik içerebileceğini düşündüm. O günlerde piyasada mevcudu olmayan Topçu kitaplarını aramaya başladım. Peyderpey buldum. Daha ilk okumalarda Nurettin Topçu'nun, Türk-İslam sentezini; emek mahsulü, titiz ve tutarlı bir fikir hayatı içinden çıkardığı anlaşılıyordu. Bir kere üslup şaşırtıcı ölçülerde sadeydi. Makalelerinde edebiyat tuzağına düşmüyor, felsefi kaynaklarını dikkatli, gösterişe kaçmadan, çok iktisadi bir şekilde yerine koyuyordu. Fikirleri arasında hiçbir kopukluk yoktu. Bağları, aceleye getirmeden, ince ince kuruyordu. Topçu'nun külliyatında Türk-İslam Sentezi'nin tarihsel-kültürel, politik ve ekonomik veçheleri tutarlı ve tutunumlu bir şekilde bir araya getiriliyordu. Topçu'nun derdi bir bakıma bir sentez yapmak da değildi. O bir yaşayış kültürü-kendi ifadesiyle bir hayat nizamı- teklif ediyordu. Ufku genişti. Onun milliyetçiliğinde, Hz. Muhammed, Mevlânâ, Yunus, Mehmed Akif, Hüseyin Avni Bey kadar; Pascal, Hz. İsa, J.J. Rousseau, Gandhi, Blondel, Bergson, Rahibe Theresa, Fourrier, St. Simon; sıkı durun ve şaşırmayın-Hitler- gibi isimler sık sık boy gösteriyordu. Hiçbir kompleksi yoktu. Topçu'da önemli olan, bir fikri bütün gerekleriyle takip etmekti. Kısacası, fikir namusu en vazgeçilmez ilkesiydi. Basit mülahazalarla, günü kurtarmak ya da birilerine yaranmak adına düşünmüyordu. Kendisi için ne söylendiği ya da nasıl değerlendirileceği önemli değildi. Teklif ettiği programa, nasıl anlaşılacağına bakmadan "Milliyetçi sosyalizm", ya da "İslam Sosyalizmi" demekten kaçınmadı.
Şimdi bir insan düşünelim, eş anlı olarak bir Gandhi ve Hitler hayranı olsun. Olacak bir şey midir bu? Topçu'da olur. Elbette Hitler'in çılgınlıklarını onaylamıyordu. Onu büyük bir başarıyı ihtiraslarına kurban eden bir insan olarak eleştirmiştir. Ama Topçu, Hitler'in bir ulusu "ruhu"yla ayağa kaldırmadaki başarısını örnek görüyordu. Aynı bakış Gandhi için de geçerliydi. Gandhi'nin de yaptığı bir ulusu ruhuyla ayağa kaldırmak değil miydi? Dolayısıyla arada bir tenakuz olamazdı. Bu fikri sonuna kadar taşıdı. Hitler kazanırken, onun bıyığına benzer bıyık bırakıp; yenilince kesenlerden olmadı.
Topçu, kalkınma masallarının, sanayileşme ihtiraslarının bütün cenahlarda en tartışmasız kabul gördüğü dönemlerde, açık olarak bunun önünün alınmasını talep eden, söylemde kalmayan gerçek bir ihyacıdır. Politikadan, kaba devlet gücünden, kapitalist sömürüden, teknolojiden, tüketimden, kalkınma ideolojilerinden iğreniyordu. Yunus gibi yaşamaya adanmayan bir dinî hayatın, kapitalizm ve tüketim ile buluşacağını; dolayısıyla yozlaşmasının kaçınılmaz olacağını, yapılması gerekenin toprağa dönmek olduğunu yazıyor ve söylüyordu. En fazla eleştiriyi sözüm ona Müslüman geçinen; ama kapitalizm ve tüketimle uzlaşan çevrelere yaptı. Buna mukabil, en fazla eleştiriyi sözüm ona aynı eksende olduğunu varsaydığı kesimlerden; yani muhafazakâ r, milliyetçi ve İslamcı çevrelerden- aldı. Az sayıda talebesiyle Hareket Dergisi etrafında yalnız bırakıldı. Sol, Topçu'yu faşistlikle, sağ ise gizliden gizliye komünist olmakla suçluyordu. Hasılı ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranabildi.
"NİHAYET BİR ADAM OĞLU ADAM MECLİS'E GİRDİ"
Çalışmamı bitirdikten sonra Topçu'nun yakın çevresiyle tanıştım. Anlatılanlar beni ayrıca şaşırttı. Soğuk Savaş'ın cinnet ortamında şekillenen ve komünist avcılığıyla kötü bir sicil sahibi olan Türk sağı, Sabahattin Ali'yi lanetlerken, Hareket Dergisi yazarı sahipleniyor ve hakiki manada memleket hikâyeciliğinin en önde gelen siması olarak selamlayan övgü dolu yazılar neşrediyordu. Topçu'nun yakın çevresinden Emin Işık Hoca'nın anılarını dinliyordum. Topçu'nun Mehmet Ali Aybar'a duyduğu muhabbeti anlatıyor; Meclis'e girmesini ,"Nihayet bir adam oğlu adam meclise girdi." diye sevinçle karşıladığını söylüyordu. Yine Topçu'nun yakın çevresinden Dergah Yayınları sahibi Dr. Ezel Erverdi, İstanbul Erkek Lisesi'nde öğretmenlik yaptığı günlerde en fazla yakınlık kurduğu kişinin Keyise İdalı isimli Marx'tan çeviriler yapan bir felsefe öğretmeni olduğunu söylüyordu. Nihayet Sadık Göksu'nun Tarih ve Toplum Dergisi'nde çıkan bir yazısı beni yine şaşırtmıştı. Topçu, Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi Türk Solu'nun efsanevi isimlerinden birisinin yazılarını dikkatle okuyor ve Doktor'un Osmanlı tarihi ile ilişkili tezlerini ilgiyle izliyormuş. O kadar ki, sonunda Sadık Göksu'nun tavassutu ile kendisiyle görüşmeyi arzu etmiştir. Her ikisini de tanıyan Sadık Göksu görüşmeyi ayarlar ve bu iki yalnız fikir adamı uzun uzun ve medeni ölçülerle sohbet ederler. Beni şaşırtan diğer bir husus ise Türkkaya Ataöv, Selahattin Hilav, İlkay Sunar gibi isimlerin Topçu'nun rahle-i tedrisinden geçtiğini çoğunlukla bizzat kendilerinden duymamdı. Hepsi de Topçu'yu saygıyla ve değerbilirlikle yâd ettiler.
Geçenlerde eşim, izlediği bir haberi nakletti. Eski bir siyasiye cin bir gazeteci "Deniz Gezmiş'in idamına lehte oy verip vermediğini" sormuş. O da büyük bir pişkinlikle "hatırlamıyorum" cevabını vermiş. Duyduklarım gecemi zehir etmeye yetti. Ertesi gün postaları gözden geçirirken üye olduğum bir haberleşme grubundan gelen bir tanesi ilgimi çekti. Deniz Gezmiş ile ilgiliydi. Aradaki bir cümle dikkatimi çekti. Gezmiş'e sahip çıkanlar arasında Topçu zikrediliyor ve bu yiğit Türk gencini "ölçüsüz kamu gücüne karşı direnen bir isyan ahlakçısı sıfatıyla tebcil ettiğini" yazıyordu. Türk düşünce tarihinin bu en egzantrik yazarlarından birisi, Topçu, yine yapacağını yapmış, beni yine şaşırtmıştı. Topçu'yla ideolojik bir bağım olmadı. Ama duyarlılıklarını zaman içinde daha fazla paylaşır oldum. Artık monografi çalışmasının duygulanımlarından bakmıyorum Topçu'ya. Tersine, tıpkı Petrarcus'un dediği gibi "hayatımı genişleten" saygıdeğer bir insan olarak görüyor, beni şaşırtmasını dört gözle bekliyorum...
ZAMAN