Norveç’in Trondheim şehrindeki kiliselerden sorumlu teolog Dag Aakre, Norveç’teki malum katliamda hayatını kaybeden Türk kızı Gizem Doğan’ın cenaze töreni için bir araya gelen topluluğa aşağıdaki sözlerle hitap ediyordu. Saldırıdan büyük bir ders aldıklarını itiraf ediyordu: “ Tanrı esirgesin, böyle bir saldırı bir daha olursa, aklımıza ‘ İslami Terör ‘ gelmeyecek. Terörün dini olmaz: Müslüman terörist olamaz, terörist de Müslüman kalamaz. Bu, Hıristiyanlar için de geçerlidir. “
Katliamın vardığı boyut büyük. İki haftalık süre geçmesine rağmen, ölenlerin sayısındaki rakamsal tezatlar, Norveç yetkililerinin şaşkınlığını anlamamız için yeterli sanırım. Yine de kısa sürede gündemden düşmeye başladı mesele.
Olay, adi bir suç mesabesine indirilmeye çalışıldı. Batı medyasının gözünü katliamda ölenlerin sayısı ( 93, 92, 77, 69 – en son 77 - ) dahi korkutmadı. Siyasi bir olay olma boyutunu hiç irdelememeyi tercih etti batı. Ne planlı bir iş olması yönünde bir kanaat, ne de arkasında bıraktığı 1500 sayfalık manifestosu durumu açıklamalarına yetmedi. Gündemden düşmeyen ruh hastası, çılgın, organize bir bağı olmayan kişi, sarışın katil gibi yakıştırmaların dillere pelesenk edilmeye çalışıldığı bir Breveik var karşımızda.
Daha başlarda konuya farklı bir yaklaşımla açıklık getirmeye çalışan gazeteci Felix Steiner’in tespiti kayda değerdi doğrusu: “ Kesin olan şu ki, tutuklanan şahıs Müslüman değil, koyu bir Hıristiyan. Doğma büyüme Norveçli, sarı saçlı, mavi gözlü. “
Buna rağmen suçlamaların okunu İslam’a ve Müslümanlara doğrultmayı ihmal etmediler.
Oysa Anders Behring Breivik gibi düşünenler sadece Norveç’te değildi. Almanya, Hollanda, Avusturya, Danimarka ve Fransa gibi birçok Avrupa ülkesinde görmek mümkün. Hatta Almanya’da işi saldırıya geçmeye, halkı karşı gelmeye çağıranların varlığı tartışılmaz. Ortak nokta şüphesiz: Müslümanlar ve Müslümanlara sıcak bakan kitleler.
Farkına vardıkları ama gündeme taşımaya cesaret edemedikleri bir gerçekle karşı karşıyalar. Karşılarına alacak kadar cesur olmadıkları konu, Norveç polisinin tanımı ile ‘ Hıristiyan köktendincilik‘.
Alman teologlar, Breivik’in Hıristiyan köktendinci olmadığı yönündeki görüşlerini, manifestosunda İncil’den hiç bir alıntı yapmamasına bağlasalar da, köktendinci Hıristiyan akımların son yıllarda daha fazla ilgi çektiğini inkâr edemiyorlar. Yoğun misyonerlik faaliyeti yapan kiliselerin varlığı, bu hareketlerin üyelerinin aşırı uç düşünceleri, çoğulcu toplumu bir tehdit olarak algılıyor olmaları ve en doğru inancın sahibi olduklarına inanmalarının yanısıra, kendilerini seçilmiş bir grup olarak görme gerçeğinin olduğunu kabul ediyorlar. Büyük bir aile olarak kendini tanıtan gruba katılıp sonradan ayrılanlara, Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinde yardımcı olmak üzere danışmanlık hizmeti verenler bile mevcut. Şiddet ve teröre çağrının Hıristiyan köktendincilik içinde sık rastlanan bir olgu olmadığı vurgusunun altını ise çizmeden duramıyorlar.
Avrupa’da yükselişte olan sağ partilerin ayarını tutturamayan batılılar, Müslümanları hedef tahtası olarak göstermeye devam ediyorlar. Gündemdeki konuya binaen, ‘ İsrail sempatisini ‘ Alman Der Spiegel dergisi tartışmaya açtı. Dergi, antisemitist bir çizgiyi geleneksel olarak izleyen Avrupa’nın aşırı sağ ve ırkçı partilerinin, tutum değişikliğine dikkatlerimizi çekti.
Benzer yaklaşımlarla konuya açıklık getirmeye çalışan aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi ( FPÖ ) lideri Heinz Christian Strache ile İsrail Parlamentosu eski üyesi Eliezer Cohen, İsrail’i, batılı sağ partilerin koruduğu gerçeğinde birleşiyorlar. Christian Strache’nin cümlesi yaklaşımı özetler nitelikte: “ İsrail, Avrupa’nın Müslümanlaşması önünde bir ön karakol “
Norveç’teki katliamın görünen tek suçlusuna istediğimiz ismi verelim, farketmez. O Avrupa’nın görünmesini asla istemediği gerçek yüzü.
Batının maskeli yüzünün soğukluğunda bir başka sıcaklık bizi etkisiyle kavuruyor. Dünyanın birçok yerinde, beyaz adamın iç ettiği zenginliklerden arta kalanların, yerlileri doyuramadığı gerçeği bir daha gün yüzünde. Somali’de, Uganda’da, Kenya’da ve isimlerini dahi bilemediğimiz yeryüzü coğrafyasında, insanların ölüm / kalım savaşı verdiğini görüyoruz.
Aylar sonra sulu yemek yemeğe muktedir olan insanları, üç çocuğunu yollarda kaybeden anneyi, ikizlerinden birinin ölümü karşısında çaresiz kalan bir başka annenin, diğer ikize biraz daha fazla mama almak için, bebesinin ölümünü gizlediği hakikati, yerlerde sürünen çıplak ve derileri sıcaktan kavrulmuş yavruların varlığı, sayısını tahayyül etmekte zorlandığımız çocuk ölümleri bizi ürkütemiyorsa, insanlığımızdan utanmamız gerekir.
Karşıladığımız Ramazan ayının bereketini paylaşmayı görev bilmeliyiz. Oruç kendimizi gözden geçirmeyi, isteklerimizi frenlemeyi, hırs ve tutkularımızı dizginlemeyi, muhtaçları hatırlamayı, yeme ve içmenin paylaşımı noktasında derin düşüncelere bizleri sevketmeli.
Bu konuda birçok vakıf ve kuruluşun çaba sarf ettiğini bilmeyenimiz yok. Karınca kararınca, gücümüzün yettiği oranda yardımlarımızı esirgemeyelim. Unutmayalım ki, Allah gücümüzün yetmediğinden değil, gücümüzün yetip de yapmadığımızdan bizleri sorumlu tutacaktır.
Ramazan ayının bereketini paylaşalım. Sofralarımızın kardeşliğimizin pekiştiği sofralar olması temennisiyle.
Hayırlı ve bereketli Ramazanlar…