Dünya hayatını geçici, ahiret hayatını gerçek hayat gören; ahiret hayatında kurtuluşa erişmenin dünya hayatını ahiret için bir tarla ve azık hazırlama yeri olarak kullanmakla mümkün olduğuna inanan mü’minler için başarı, neticelere - sonuçlara ulaşmak değil, hedefe – hedeflere kilitlenip gerekli ve yeterli çabayı göstermektir (cihad).
Nitekim 5.Maide Suresi 35. ayette, gerçek kurtuluş (felah) için, Allah’ın kitabına uymak suretiyle rızasını kazanmak neticesi azabından kurtarmaya vesile olan takva; en önemli takva unsuru olarakta, Allah yolunda cihad emredilmektedir. Burada, takva ve cihad netice değil, gerçek hedefe ulaştıran vesilelerdir. 98.Beyyine Suresi 7 ve 8. ayetlerde de beyan edildiği gibi, gerçek hedef olan Allah’ın rızası ve cennete ulaşılınca vesilelere gerek kalmaz.
110.Nasr Suresinde Allah yolunda gözetilen dünyevi hedeflere varılmasının (netice - feth) ancak Allah’ın yardımı ile olduğu, kişinin bu neticeleri kendisinden bilmesinin istiğfar etmesi gereken bir suç olduğu belirtilerek; Allah yolunda bile olsa, dünyevi neticelerin – başarıların tevazu ile karşılanması ve kişiyi şımartmaması gerektiği hatırlatılmaktadır.
Bu durumda bizler son nefesimize kadar hedeflere, faaliyetlere ve amellere kilitlenmeli; lakin bunların dünyevi neticelerini almaya kilitlenmemeliyiz. Çünkü bizler amellerden sorumlu olup, neticelerden sorumlu değiliz. Yani cihaddan sorumlu iken, zaferden sorumlu değiliz. İman ve amelden sorumlu iken, bu iman ve amelimizin meyve vermesinden sorumlu değiliz. Zaten zaferde, iman ve amelimizin dünyevi meyveleri de, bizim için esas hedef değildir.
Esas hedef olan Allah’ın rızası ve cennete kavuşmak için ulaşmaya çalışmakla sorumlu olduğumuz zafer ve diğer dünyevi hedeflere yönelik faaliyetler yürütürken, bu hedeflere niye ulaşamadığımıza dair elbette yeterli muhasebe yapılmalı; ancak bu muhasebeler mutlaka sonuca ulaşma arzusundan değil, hedef ve faaliyetlerimizin (cihadımızın) doğru olup olmadığını test amaçlı olmalıdır.
9.Tevbe Suresi 52. ayetten anlaşılacağı üzere, Müslümanların galibiyeti de güzelliktir (hüsn), şehadet ve mağlubiyeti de. İmtihan hikmetleri gereği, doğru hedeflere doğru ve yeterli faaliyet göstersek bile, mutlaka istenen neticeler gerçekleşmeyebilir. Uhud Savaşında uğranılan mağlubiyet ve verilen şehidler bunun en güzel misalidir. Galip sayılır bu yolda mağlup deyimi, bu durumu çok güzel izah etmektedir. Allah yolunda olduktan ve gerekli çaba gösterildikten sonra, galipte olsak mağlupta, netice Allah’ın rızası ve cennettir.
Namaz kılmak Allah rızası hedefli bir faaliyet olup, namazı igame etmekle hedefimize varmış oluruz. Lakin, namaz her zaman bizi mutmain etmeyebilir. Biz niçin huşulu bir namaz kılıp mutmain olmadığımızı sorgularız, lakin bu namazımızı doğru kılıp kılmadığımızı (igame) test etmek amaçlıdır. Çünkü biz gereğince namaz kılmakla (igame) kulluk görevimizi yerine getirmiş oluruz. Huşu ve mutmainlik ise, bizi aşan çeşitli nedenlerden dolayı gerçekleşmeyebilecek neticelerdir. Mesela 4.Nisa Suresi 101’den 103’e kadar olan ayetlerde açıklanan korku namazında bu ikisinden de söz edemeyiz.
Yine 9.Tevbe Suresi 120. ayette, savaşta istenilen neticelere ulaşılmasa bile, Allah yolunda çekilen susuzluk, açlık, yorgunluk vs.’nin mücahidler adına birer salih amel olarak yazılacağı ve kesinlikle ahirette karşılığının verileceği bildirilmektedir. Bu ayetten de anlaşılacağı üzere, önemli olan doğru hedeflere varma amaçlı doğru faaliyetlerde bulunmaktır. Bunu yaptığımız sürece doğru yolda başarılı bir şekilde yürüyoruz demektir. Bu hedeflere ulaşamadan ölsek bile, hiç önemli değildir. Girişte de ifade ettiğimiz gibi, bizim asıl hedefimiz Allah’ın rızası ve cennet olup, bu netice dünyevi başarılara değil, gerekli ve doğru çabayı göstermeye bağlıdır.
Mesela bir çiftçi en güzel şekilde görevini yapsa bile, Yüce Allah’ın takdiri ile (don, dolu vs.) hiç ürün almayabilir. Böyle bir durumda hedefi dünya olan kişi mahvolmuş iken, hedefi ahiret olan kişi ise görevini yapmakla ahiret başarısını yakalamış olur.
Müslümanlar, dünyevi kişi ve ideoloji mensupları gibi hesaplarını dünyevi neticeler üzerinden yapamazlar, hesaplarını sadece Allah’a ve ahirete göre yapmalıdırlar. Bu nedenle doğru hedef ve faaliyete odaklanmalı, neticeye odaklanmamalıdırlar. Aksi halde, tıpkı ehli dünya ve ideoloji mensupları gibi, ne olursa olsun dünyevi başarıyı yakalamak için, pragmatist (ilkesiz, faydacı) davranacaklar ve sıratı mustakimden ayrılıp, gazaba uğrayacak veya delalete düşeceklerdir. Yani kaş yapayım derken göz çıkaracaklardır.
Ahiret hayatını gerçek hayat kabul etmeyenlerin bu dünya hayatına dair sonuçlara kilitlenmesi normaldir. Çünkü, ufukları mezara kadar olanlar, mezardan önce hedeflerine ulaştıkları, yani amaçlarına erişebildikleri nisbette kendilerini başarılı ve mutmain göreceklerdir.
Gerçek bir Müslüman ise, attığı bir adım bile olsa iradi olan her eylemini Allah rızası ve ahiret hedefli olarak yapmalı, eylemlerinin dünyada başarıya ulaşmasına kilitlenmemeli, karşılığını ahirette alacağını hesap etmelidir.
Yüce Allah dilerde dünyada başarıya ulaştırır ve / veya dünyada da bir takım karşılıklar verirse ne ala. Vermezse Allahın takdirinde hayır olduğunun bilinciyle, bunu takıntı yapmadan kulluk imtihanı mücadelesine devam eder, son nefese değin.
Nitekim 10.Yunus Suresi 46. ayette bu husus çok net olarak ifade edilmektedir. Ayette, peygamberimize hitaben, Mekkeli müşriklere vaad edilen dünyevi azabın peygamberimiz hayatta iken onlara indirilebileceği gibi, peygamberimizin bu azabı görmeden de vefat ettirilebileceği; onlara vaad edilen azab indirilse de indirilmese de, eninde sonunda ahirette yaptıklarının hesabını verip gerçek ve ebedi azaba girecekleri anlatılmaktadır.
Neticelere mi yoksa hedeflere mi kilitlendiğimiz hususunda sık sık hesaba çekmeliyiz kendimizi. Bizler Allah’ın bize gösterdiği hedeflere mi, yoksa islamın başarısı adına da olsa, dünyevi başarılara mı odaklanıyoruz? 59.Haşr Suresi 18 ve 19. ayetlerde işaret edildiği üzere, bu hesaba çekmeyi derinlikli yapmalıyız. Sadece fiiller, tavırlar ve sözler bazında değil; düşünceler, duygular ve hatta bilinçaltı bazında hesaba çekmeliyiz kendimizi.
Çünkü, gerçek niyetler - hesaplar kişinin iç dünyasındadır. Söz, tavır ve fiillerimiz her zaman gerçek niyetlerimizi - hesaplarımızı yansıtmaz. Hatta düşünsel boyutta bile gerçek niyetlerimizi – hesaplarımızı netleştiremeyebiliriz. Duygularımız ele verir çoğunlukla gerçek niyetlerimizi. Bazen duygularımızda netleşmez, bilinçaltımızda saklı olan en derin gerçek niyetlerimiz, bir vesileyle ortaya çıkar, iç dünyamızda.
Hedeflere değil neticelere kilitlenmenin bir sakıncası da şudur. Dünyanın mükafat ve karşılık yeri olmadığı malum. Zaten dünyada islami de olsa neticelere ulaşmamız, dünyevi ve uhrevi gerçek başarıyı ve neticeyi yakalamak anlamına gelmemektedir.
Mesela, Allah bizlere fetih ve devlet verdi, sıkıntılarımız bitecek mi? Peygamberimiz ve sahabe, müşriklerin hakim olduğu Mekke de sıkıntı çekti de, Medine de İslam hakim olunca çekmedi mi? Hatta, peygamberimizin vefatından, ve özellikle Osman’ın katledilmesinden sonraki süreçte yaşanan acı olaylar, sahabeye Mekkedeki durumlarını aratmamış mıdır acaba?
Yani İslami manada da olsa, dünyevi bir takım neticelere ulaşmamız, ne kalbimizi tatmin edebilir, nede yük ve sorumluluklarımızı azaltır. Hatta, eğer hedeflere değil neticelere kilitlenmişsek, bu neticeler neticesi bazı olumsuzluklar bile ortaya çıkabilir. Mesela, bu tür neticelere ulaşmakla kalbi tatmine erme gibi yanlış beklentileri bulunanlar; arzulanan neticelere ulaşıldığında, kalbi tatmine eremeyeceklerinden, yanlış hedeflere yelken açabilirler. Yine, bu tür neticelerle cihad bazında bir nevi erken emeklilik hesabı yapanlar, bu hesap gerçekleşmek bir yana, ortaya çıkan yeni ve daha ağır sorumlulukların neticesi, tamamen minder dışında kalabilirler.
Hülasa, bizler kısa mesafe koşucusu gibi değil, maratoncu ve hatta bayrak yarışçısı gibi görmeliyiz kendimizi. Kısa mesafe koşucuları çok hızlı koşar, lakin çabuk yorulur ve koparlar yarıştan. Maraton koşanlar ise, yavaş lakin çok uzun mesafeler koşarlar.
Toplumsal İslami hedefler, genelde nesiller aşan bir zaman ve süreçte gerçekleşebildiğinden, bir bayrak yarışı gibi düşünülmelidir. Biz bayrağı bir nesilden alır, sonraki nesle aktarırız. Nitekim Musa (s) İsrail Oğullarının Mısır’dan çıkışı görmüş, lakin halkının aşırı yozlaşmışlığı nedeniyle, asıl hedef olan tevhidi bir islam devleti kurulduğunu göremeden vefat etmiştir. Onun bu devlet hedefini yardımcısı Yuşa (s) görmüş ise de, bu devlet birkaç nesil geçtikten sonra, ancak Davut ve Süleyman (s) devrinde arzu edilen güç ve etkiye erişebilmiştir.