Nehir Aydın Gökduman’ın, Haksöz’ün son sayısında yer alan yazısını okudunuz mu? O yazıyı mutlaka okumalı, okutmalı ve oradaki çığlığa çığlık katmalıyız. “Yıldızlara Yürümek” başlıklı yazı, büyük bir yürek yangınını, duyarlı bir yüreğin ta derinliklerinden yükselen feryat ve isyanını ulaştırıyor okuyucuya.
Yazı bir atıfla başlıyor: “Yeğenim Gökhan’ın ardından.”
Yazıyı okumaya başladığınızda, TSK’nın Kuzey Irak harekatı esnasında ilk gün hayatını kaybeden beş askerden biri olan Gökhan Özkan’ın, Nehir Aydın Gökduman’ın yeğeni (teyzesinin torunu) olduğunu öğreniyorsunuz.
Haber bültenlerinde veya gazete köşelerinde isim ve fotoğraflarını görüp, aslında birçoğunun ulus kurguları ekseninde yaşanan bu yapay çatışmanın tarafı olmadığını bildiğinizden atın ölümü arpadan deyip geçemediğiniz, yürek paraladığınız gencecik bedenlerin bir de yakın plan hikayelerine vakıf olunca acınız ve isyanınız kat kat artıyor.
Köyünde, derme çatma bir evde zorluklar içinde bir hayat süren yoksul bir ailenin, başında örtüsü, dilinde duasıyla bir Anadolu anasının ulus kurgularıyla ve bu kurgular üzerine sürüp giden bir çatışmayla ne ilgisi olabilir? Nehir Hanım’ın Mümin yüreğindeki yangını ve isyanı bizlerle paylaştığı yazısı, yaşadığımız topraklarda on yıllardır yanan ve düştüğü ocakları yakıp kavuran ulus kurgusu eksenli büyük fitne ateşinin yoksul bir Anadolu ocağındaki büyük tahribatını anlatıyor, yakın bir tanıklıkla:
“…yüzünü ya görmediğim ya da bir kez görüp unuttuğum yeğenim, Irak operasyonunda yaşamını yitirmişti. Emine Abla geldi gözlerimin önüne… Sonra Gökhan’ı tahayyül ettim. Kaşı gözü nasıldır? Anasına mı benzer babasına mı, medyadan anlamaya çalıştım, kederli gözlerle… Asker ocağında çektirdiği resimdeki bakışlarındaki garibanlığı anlamak için akraba olmaya gerek yoktu. Sanki o masum bakışlarda hiç alışık olmadığı bir dünyanın ürkekliği yaşıyordu. Köyünün ovasına dağına alışık, belki de köyünden yalnızca askere gitmek için çıkmış bu karayağız delikanlı, kirli bir savaşın ortasında kaybolup gitmişti demek… Sonra Emine ablam akşam haberlerinde bir balyoz gibi iniverdi televizyon ekranlarında evimizin orta yerine. Mıhlanıp kaldım. Başında örtüsü, dilinde duası, o derme çatma evinde, o güne kadar hiç alışık olmadığı kameraların önünde, yana yakıla, sağa sola salınırken “Allah’tan geldi, çekeceğiz!” diyordu Emine Ablam…
İçimden kabaran koca bir isyan!.. Keşke her şey Emine ablamın genç kızken seccadelere işlediği eyvanlar, menekşeler, küstüm çiçekleri kadar masum olabilseydi. Umutlarımız, canlarımız birilerinin hegemonyaları uğruna budanmasaydı da Allah’a feda edebilseydik encamımızı…
Emine Ablamla hiç bu kadar konuşmayı isteyeceğimi bilemezdim doğrusu… Gidip sarılsaydım, kucaklasaydım ablamı… Kürt, Türk binlerce genç bize ait olmayan bir kavganın içinde kayboluyor… Birileri evlatlarımız üzerinden pirim yapmaya çalışıyor desem anlar mıydı beni? Kutsal söylemlerle avutuluyoruz, çocuklarımızın canları skorlara yansıyan rakamlar olarak düşüyor haber portallarına. Bugünkü bilanço kaça kaç diye uğulduyor medya!.. Kan ve kin kusan manşetler bizi anlatmıyor Emine Abla diye uyarsam, dinler miydi? Gökhan ‘ı karlı dağa gönderenlere bir sözün olmalı, sorular hesabın diye diretsem, daha fazla Gökhan’lar gitmesin desem tutar mıydı elimden? Yoksa bugüne kadar uyutulmuş binlercesi gibi, bundan sonra da satılmış cennet avuntusuyla mı ayakta durmayı tercih ederdi? Kendi topraklarımızda insanca ve özgürce yaşamak isteğimizde bizi kaile almayanlar, evlatlarımızı elimizden alınca mı insan olduğumuzu hatırlar ya da hatırlamış görünürlerdi!..
Yazık! Sıradaki canları ve daha nice yıkılacak ocakları düşünmek bile istemiyorum…”
Türk Kemalizmi ile Kürt Kemalizmi arasında süregiden, fakat bu batıl ideolojilerin taraftarları yerine Doğusu ve Batısıyla Anadolu’nun başı örtülü, ağzı dualı tertemiz analarının gencecik evlatlarının kanıyla beslenen bu yapay çatışmaya karşı Nehir Hanım’ın dillendirdiği bu isyan çığlığına çığlığımızı katmak zorundayız.
Yıllar önce benim de yakın bir arkadaşım hayatını kaybetmişti Şırnak’ta vurularak. Basri iyi bir Müslümandı, İslami mücadelenin içinde bir kardeşimizdi. Ne kavmiyet diye bir davası, ne de “Ne mutlu Türk’üm diyene” diye bir itikadı vardı. Her türlü batıl ideolojiye la demiş bir muvahhiddi. Fakat bir yirmi yaş zorunluluğu olarak gittiği askeriyeden sağ dönememişti. Haberini aldığımızda birlikte ders halkları paylaşan kardeşleri olarak yüreğimiz yanmıştı. O yürek yangını aradan onca yıl geçmiş olmasına rağmen hala taptaze. O dayanılmaz acı haberi aldığımda birkaç mısralık bir şiir yazmıştım, bir ezginin sözlerinden esinlenerek:
“Bizi de bulur muydu ölüm Basri
Şırnak’ın dağlarında
Bu kavmi savaşlarda.”
Bu fitne ateşini, her türlü kavmiyetçiliğe, kimlik dayatmasına la diyen bir inancın sahibi olan biz Müslümanlardan başkası söndüremez. Mutlaka ama mutlaka İslam’ın kardeşlik çağrısını sahici bir şekilde yükseltmemiz ve batıl ideolojilerin Müslüman toplumlara karşı kurduğu pusuları ciddi sosyal ve siyasal şahitlik ve projelerle bertaraf etmemiz gerekmektedir.