Nefretin kitleselleşmesi olarak ırkçılık

Abdullah Yargı, ırkçılığın düşünsel köklerinden hareketle sosyal gelişmeleri değerlendiriyor.

Abdullah Yargı / Perspektif

Tecavüzün ardına saklanan ırkçılık

Son zamanlarda özellikle sosyal medyada mültecilere yönelik olumsuz haberlerin sayısındaki artış, Türkiye’de zenofobinin (yabancı düşmanlığı) uyandığında ne kadar tehlikeli olabileceğine işaret etmektedir. Nefret söyleminin kitleselleşmesinin, birtakım politik odaklara taban yaratmak ve oy devşirmek gibi siyasi getirileri olacaktır olmasına ama geniş kitlelerin mobilizasyonu nasıl sağlanacaktır?

Cevap, mültecilerin karıştığı iddia edilen haberlerin içeriğinde kolayca bulunabilir: Tecavüz ve cinayet haberleri. Çoğunlukla operasyonel hesaplar tarafından dolaşıma sokulan, yalan ve manipülatif içeriklerle dolu bu haberler, büyük bir kesimin başka bir kesime karşı ‘yönlenmesi’ için maşerî vicdanı yaralayan ve harekete geçiren uyarıcılar olarak ‘çabucak’ iş görmekte, makuliyetin sınırları toplumun hassas olduğu ‘suçlar’ işlendiği için hızlıca aşılmaktadır.

İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında, Nazi Almanya’sında Der Stürmer, Vichy Fransa’sında ise Je Suis Partout gibi gazetelerin neredeyse her gün Yahudi aleyhtarı yalan ve iftira dolu haberler yapması meşhurdur. Yahudilerin kadınlara tecavüz ettiği, masum insanları öldürdüğü haberleri ırkçı propagandist yayınların vazgeçilmezidir.

Sadece antisemitist Almanya ve Fransa’da değil tabii ki. Zira antisemitizm tek başına değerlendirildiğinde faşizmin ‘büyük resmi’ ıskalanmaktadır. Adorno’ya göre antisemitizm özgül veya izole bir fenomen değil, daha geniş bir ideolojik çerçevenin (faşizm) parçasıdır. Binaenaleyh her antisemit faşisttir; ancak her faşist antisemit değildir.

Tecavüz ve katl, nefret duygusunu kitlesel çapta uyandırmak ve harekete geçirmek isteyen bütün aşırı sağcı/faşist/milliyetçi/ırkçı hareketler için en uygun propaganda malzemesidir. Sözgelimi Amerika’da siyahi karşıtı, Avrupa’da İslamofobik haberlerin servisinde ‘tecavüz suçlaması’ olmazsa olmazdır. Keza Donald Trump’ın Meksikalı göçmenler hakkında sık sık ‘tecavüzcü ve suça eğilimli’ ifadelerini kullanması, Almanya’da zaman zaman Türkler aleyhine asılsız tecavüz haberlerinin dolaşıma girmesi, tecavüz suçlamasının ırkçı söylem ve eylemler için güçlü bir ön hazırlık niteliği taşıdığı anlamına gelmektedir.

Irkçılık, -marjinal bir kesim hariç- ırkçı söylemlerde bulunanlar için bile haklılaştırılmaya muhtaçtır. Bu yüzden provokatif aparatlar olarak cinayet, yaralama, ırza tasallut ve diğer vahşet haberleri, faşizmin konumunu tahkim etmeye yardımcı olur. Zira uluslararası hukukta ve söylemde cari olan tavır anti-faşizmdir. Kamu vicdanını tahrik eden büyük suçları cezalandırma fikri, ırkçılığın tolerasyonu için bahane konumuna yükselir.

Böylece doğal olarak kınanması gereken ötekileştiricilik ve ayrımcılığın psikolojik meşruiyeti sağlanır. Toplumsal maliyeti ağırdır, çünkü ‘Sapık pislikleri göndermek ırkçılık değildir’ diyerek ırkçılıktan arınanlar ile ‘Sapıkları göndermek ırkçılıksa ırkçıyım’ deyip ırkçılığı haklılaştıranların yarattığı toplumsal gerilim bütün makuliyeti emer.

Faşizmin kitleselleşmesi

Adorno, Otoritaryen Kişilik Üzerine serlevhalı çalışmasında faşizm ve kitlesellik ilişkisini şöyle ifade eder: Faşizm bir siyasal hareket niteliği ile başarılı olmak için kitlesel bir temele ihtiyaç duyar. Sadece korku kaynaklı bir itaati değil halkın büyük çoğunluğunun aktif işbirliğini de garantiye almalıdır. […] Bu yüzden başlıca cazibesini rasyonel öz çıkar alanına değil duygusal ihtiyaçlar alanına, çoğunlukla da en ilkel ve irrasyonel dilekler ve korkular alanına yerleştirmek zorundadır.

İşbu kitlesellik Türkiye özelinde yavaş yavaş cephede görünür hale gelmekte ve ürkütücü bir safhaya geçildiğini göstermektedir. Son bir aydır, Afganistanlı, Pakistanlı, Suriyeli göçmenlerle ilgili operasyonel hesaplardan servis edilen video ve haberlerin sıklığında yaşanan artışla beraber, mültecilere yönelik nefret dolu ayrımcı söylem hızla kitleselleşmektedir.

Türkiye’deki toplam mültecilerin yüzde 90’ı, 2018 yılına kadar gelenlerden oluşmaktayken, her gün on binlerce düzensiz mültecinin geldiği ve bunların tamamının suçlu olduğu algısı yerleştirilmekte; dezenformatif paylaşımlar kısa sürede ülke geneline yayılmaktadır. Sözgelimi, uluslararası istatistik ve göç kuruluşlarına göre Türkiye’de yaşayan düzenli ve düzensiz göçmen sayısı 5 milyona yakın olduğu halde, sürekli biçimde abartılı rakamların ifade edilmesi, sığınmacıların kadınları taciz ettiğine dair videolar ve vahşet haberleri, mülteci karşıtlığını pompalayarak kitlelerin sinir uçlarına dokunmaktadır.

Bütün seçim yatırımını mülteci karşıtlığı üzerine kurmuş Zafer Partisi’nin taban yaratma çabalarıyla birleştiğinde, faşizmin kitleselleşmesinin siyaseten kime yarayacağı apaçık ortaya çıkmaktadır. Ancak buradaki temel mesele, kitlelerin nefret suçunu bu kadar kısa sürede nasıl içselleştirebildiğidir. Haberin kaynağına, doğru olup olmadığına bakmayan, doğruysa bile suçun şahsiliği ilkesini ihlâl ederek bütün bir etnik grubu itham eden aşırı sağcılığın bu denli mobilizasyonu hem sosyolojik hem de sosyo-psikolojik açıdan trajiktir.

Tıpkı Nazizm’in Alman ırkını bozacağını düşündüğü ‘schmarotzer’ Yahudi imgesi gibi, ‘maymun, fare veya böceğe’ benzetilen, sapık ve tecavüzcü addedilen Ortadoğulu mültecilere yönelik nefret söylemi, Türkiye’nin neden biteviye aşırı sağ ve milliyetçilik çıkmazında debelendiğinin ipuçlarını vermektedir.

Milliyetçilik, ideolojilerden bir ideoloji değildir

İktidarın neden olduğu ekonomik kriz; kısıtladığı ifade ve düşünce özgürlüğü nedeniyle tepkilerin en zayıf kesim olan göçmenlere yönelmesinin anlaşılabilir bir yanı olsa da, Türkiye’de yabancı düşmanlığı yapısal bir problemdir. Yabancının dehümanizasyonu/şeytanlaştırılması İttihatçılığın bıraktığı en berbat mirastır.

Esasen Türkiye toplumu, hâlen Millî Mücadele travmasını yaşamakta; Kurtuluş Savaşı’ndan çıkamamaktadır. Herkesin kendi aleyhinde olduğu kuruntusu anlamına gelen eziyet manisi (persecution mania), yüzyılı aşkın bir zamandır ülke siyasetine vaziyet etmektedir. Bu yüzden Türkiye koskoca bir yankı odası (echo-chamber) görünümündedir.

Mezkûr travma bütün siyaset diline sâridir. İktidar partisinden muhalefet partilerine, siyaset yelpazesine hâkim olan kavramlar; ‘yerli ve milli’, ‘milli irade’, millî birlik’, ‘vatanın bekası’ gibi tamamen sağcı ve milliyetçi kavramlardır. Bunun dışında mevzuata ve politikaya giren ‘hak ve özgürlük’ tandanslı liberal ve sol kavramların etkisi oldukça cılızdır. Nitekim Türkiye’de sağ haricinde bir pozisyon yoktur. Bütün ideolojiler Milliyetçiliğin fraksiyonu konumundadır.

Milliyetçilik, Türkiye’de ideolojilerden bir ideoloji değildir. Milliyetçilik, bütün ideolojilerin üzerinde bir meta-ideolojidir. Kemalist endoktrinasyonla örgütlü dinin yerini almaya çalışmıştır ve kısmen de başarılı olduğu için din (İslam) bile onun payandasıdır. Ülkeye giren ideolojiler Milliyetçiliğin icazetini almak zorundadır ve ancak onun izin verdiği ölçüde etkin olabilmektedir. Sağ ile aşırı sağ arasında seçim yapmak zorunda kalmamızın; politikanın ‘Hangimiz daha milliyetçi?’ sorusuna verilen cevaplardan ibaret olmasının nedeni budur. Bu yüzden Türkiye’deki sorun reel-politik değil meta-politiktir.

Milliyetçiliğin ithali ve Türkçülüğün icadıyla beraber, dini kimlik temelli ‘millet-i hâkime’ yerine etnik kimlik temelli bir ulus inşa edilmesinden bu yana düşmanın/ötekinin ontolojisi dinsel değil etniktir. Kaotik gerçeklikle, onu katı ikiliğe dönüştürmek suretiyle başa çıkmanın pratik faydaları mevcuttur. Sözgelimi, sığınmacıların Türkiye’ye gelmesindeki faktörleri enikonu tahlil etmektense, ‘Türk demografisini bozmak isteyen istilacı’ oldukları ifade edilerek çok boyutlu göç olgusu ‘ben ve öteki’ ikilemine indirgenir. İstilacı öteki, 100 sene önce Ermeni, Arnavut, Arap, Rum ve Süryani’yken, daha sonra Kürt, şimdi de Afgan, Paki ve Sûrîdir.

Sürekli öteki ve öteki düşmanlığı üreten ve bunun üzerinden kimlikçilik yapan Milliyetçiliğin ahlakı, ‘sadece kendi grup üyeleri için geçerlidir.’ Düşman kategorileri yaratan izole bir kimlikçiliğin içinde, bütün ötekilerden nefret etmeye zorlayarak hem bireyleri hem de toplumu yiyip bitirmektedir. Savaştan sığınana, öldürülmekten kaçana kol kanat germek bir yükümlülüktür. Bu yükümlülük ve ahlaki iyilik, sığınmacı insanlara yaşam stili ‘dikte ederek’ boşa çıkmaktadır. “Ülkeme sığındın ama mutlu olamaz, keyif verici bir faaliyette bulunamazsın” demek; yapılan iyiliğin üzerine gölge düşürür. Dolayısıyla eli silah tutabiliyor diye “Benim ülkemde nargile içme, git ülkende savaş ve öl!” demek, insani ve vicdani bir söylem olmak şöyle dursun, ‘sınır-bağımlı’ ahlakiliğin esasında kolektif bir kötü niyetlilik olduğunu gösterir.

Modern ulus devlet ve totaliterlik

Zygmunt Bauman, Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları adlı kitabın giriş kısmında, modern insanın ‘temizlik, düzen ve estetik’ saplantısının zorunlu olarak ‘kirlilik, düzensizlik ve çirkinlik’ yarattığını; bütün bu kültür (veya uygarlık) manzumesinin doğanın karşıtı olduğunu, doğada böyle bir ayrımın bulunmadığını anlatmaktadır.

Bir insan ürünü olarak kültür veya uygarlık içinde ‘kirli, düzensiz ya da çirkin’ olan, esasında ‘yersiz’ (out of place) olandır. Mesela ‘parlayan ayakkabılar’ der Bauman, yemek masasında yersiz ve dolayısıyla ‘kirlidir’. Ancak ayakkabılığa döndüğünde eski nezafetine kavuşur. Binaenaleyh, temizlik/kirlilik, özniteliksel değil tamamen ‘doğru yerde’ olmakla ilgilidir demektedir.

Buradan yola çıkarak temizlik, düzen ve estetik triosunun ‘düzene’ irca edilebileceğini; temizliğin ve estetiğin de esasen bir ‘düzen’ vizyonu olduğundan bahseder: “Temizlik, bir düzen vizyonudur; yani her bir şeyin olması gerektiği yerde bulunduğu ve başka hiçbir yerde bulunmadığı bir durumun vizyonudur. Bir ‘düzen’ imgesi olmadan, şeylere kendi ‘doğru’ ve ‘tam’ yerlerini -ki bu yerler, bunların kendi kendilerine, ‘doğal olarak’ oturmayacakları yerlerdir- biçmeden temizlikten söz edilemez.”

Bauman, bu teorik arka planı takdim ettikten sonra toplumda ‘öteki ve yabancı’ olarak addedilen bireylerin ‘alışılmış olan düzeni bozan’ kişiler olmalarından ötürü antipatik algılandığını ifade eder. Bu antipatinin rijit bir şekilde uç verdiği rejimlerin nazist ve komünist totaliter rejimler olduğunu vurgular.

Yahudi soykırımı travması neredeyse bütün felsefesine sinmiş olan ve kendisi de holokost mağduru bir Yahudi olan Bauman, çok dakik bir şekilde, modern ulus devletlerin ayrılmaz bir parçası olan ‘vatandaşlık’ fenomeninin de ‘öteki antipatisini’ ifade ettiğini tespit eder. Modern ulus devletin -daha az radikallikte de olsa- vatandaşlık kavramıyla, ulusal üyeliğe sahip olmayan bireyleri ötekileştirdiği ve düzen karşıtı bulduğunu dile getirir.

Bu tespitiyle İtalyan filozof Giorgio Agamben ile aynı noktaya gelmekte ve Agamben’in ‘kutsal insanı’, Türkiye’deki sığınmacı tartışmalarında bir kez daha görünmektedir:

‘Öldürülebilen’ (gitsin Suriye’de, Afganistan’da, Pakistan’da ölsün), ancak katilinin ceza bile almadığı insan.

Sınırların, insani değerlerin oldukça üstünde kaldığı bir toplama kampı atmosferi…

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!