Gökhan Özcan/Yeni Şafak
Nefret sevgiyi nasıl yeniyor?
Ergenlik dönemindeki gençlerin şiddet dozu yüksek suçlara yönelimlerinde bir artış gözleniyor, orası artık malum! İnternet üzerinden yayılan bazı negatif ve ölçü tanımayan akımların bu artışta önemli etkileri olduğu da bir vakıa. İnternet büyük ölçüde kontrolsüz, her türlü aşırılığın yayılmasına müsait karanlık dehlizleri, kanalları olan bir mecra… Dışarıdan ne olduğu çok da iyi bilinemeyen bu dehlizlerde, kâğıt üstünde yasal ama taşıdığı ve yaydığı kültür bakımından gayrı meşru bir yayın faaliyeti var ve çocuk yaşta kullanıcılar bu karanlık alanlarda cirit atıyor. Etkin bir yaş sınırlaması da uygulanamıyor maalesef. Son hadiselerle ortaya çıktı ki, durum sanıldığından çok daha endişe verici… Anne babalar da doğal olarak bu durumdan oldukça kaygılı…
Kalabalığın içinde istisnai şekilde bazı bireylerin normal dışı davranışlar göstermesini, aşırı fikirler içinde olmasını bir yere kadar anlayabiliriz. Bu aşırılıkları izah eden sebepleri de soğukkanlılıkla değerlendirebiliriz. Ancak durum bu noktayı aşmış görünüyor, ergenlik dönemindeki bu kadar çok bireyin şiddetin ve nefretin ileri derecede kabul gördüğü, hatta kutsandığı mecralara yönelmesi görmezden gelinecek bir şey değil, olmamalı. Daha fazla geç kalınmadan bu durumu ortadan kaldıracak çareler aranıp bulunmalı ve gereken her türlü adım daha fazla geç kalınmadan atılmalı.
Ergenlik dönemi gençlerinin suça yönelmeyen asıl büyük çoğunluğu da, aslında sevgi ilişkisi kurmakta büyük zorluklar yaşıyor. Ana babaların en yaygın şikâyeti, çocuklarının iletişime sert biçimde kapalı, agresif, sorumluluk almaktan kaçan, yetişkinlerin dünyasında seslendirilen değerlere karşı tepkili olduğu yönünde… Onlara olabildiğince sevgi gösterdiklerini, bir dediklerini iki etmedikleri halde saygı görmediklerini ifade eden sayısız ebeveyn var. Öyle mi gerçekten? Bizim verdiklerimiz onların istedikleri mi, işin burası tartışmaya açık bence.
Bu köşede birkaç kez dile getirmeye çalıştım; biz çocuklarını kreş çağından itibaren bir kariyer yokuşuna süren, neredeyse yirmili yaşlarının ortalarına kadar onları sınav cenderelerinde boğan yetişkinleriz. Onları en az yirmi yıl boyunca kapalı devre, yalıtılmış bir hayata zorluyoruz. Yani bütün çocuklukları, ergenlikleri ve ilk gençlikleri boyunca… Bizim çocuklarımız; hayatı her yönüyle tecrübe etmeye, öğrenmeye, çevreleriyle temas etmeye, sosyal ilişkiler geliştirmeye, oyunlar oynamaya, arkadaş edinmeye, eğlenmeye, duygularını geliştirmeye, iyi ihtimalleri ve kötü ihtimalleri tanımaya, yani zihinsel ve duygusal olarak adım adım büyümeye imkân verebilecek bütün vakitlerini adeta sadece ‘test çözerek’ geçiriyorlar. İç dünyalarını zenginleştirecek, empati kabiliyeti kazanmalarını sağlayacak, insanları kendi hikayeleri içinde değerlendirmelerini kolaylaştıracak bütün yaşama ihtimallerini alıyoruz onların elinden.
Ortaya çıkan bu vahim tabloya şaşırıyor olmamız, belki de asıl şaşırtıcı olan şey!