Nefret Mühendisleri

Dünya yıkılsa Erdoğan’ı sorumlu tutmaya devam etmek, O’nu, bir an bile olsa hedef tahtasından indirmemek. Son üç yılda topluma, iğneyle kuyu kazar gibi, azar azar zerk edilmiş nefret zehrinin toplumsal bünyeye yayılışını kesintiye uğratmamak.

Nefret mühendisleri

Cengiz Alğan / Serbestiyet

Bir ‘aydın’ tipi düşünün;

 

60 yıldır girmek için uğraştığınız, 500 milyon nüfuslu Avrupa Birliği’nin en büyük patronunun şansölyesi ülkenize geliyor. Tüm dünya için çok kritik bir problem haline gelen Suriye İç Savaşı ve Suriyeli mülteciler sorunu başta olmak üzere, bir dizi önemli konu görüşülecek. Bu konular ülkeniz için özellikle önemli. Sokaklarınızda dolaşan mülteciler hakkındaki hissiyatınız “kırmızı ışıkta rastladığımız, çıplak ayaklı çocuklar, ah o zavallı çocuklar!”dan öteye gitmese de ‘aydın’ olarak üzerinize düşen bir görev var. Önce mülteciler, sonra 2. Dünya Savaşı’ndan beri yaşanan en büyük zorunlu nüfus hareketliliğinden en çok etkilenen kendi toplumunuz için, en faydalı pazarlığın nasıl yapılabileceğini tartışıp, hükümeti o yönde iteklemelisiniz. Şansölye gelmeden önce hükümeti mülteciler ve toplumunuz lehine etkilemeye çalışıp, gittikten sonra da varsa eksiklerini masaya yatırmalısınız.

 

Ama siz, geleceği duyulur duyulmaz, toplanıp “Gelme Merkel, O’na yarar!” diye ‘uyarı’ mektubu yazıyorsunuz. ‘O’na “siyasi bir destek olarak görüleceğinden” dem vurup Merkel’e “Gelme”diyorsunuz. Ortada bütün Ortadoğu ve bütün Avrupa’yı, hatta bütün dünyayı ilgilendiren bir sorun var. Çözümü için sizin öneriniz ne: Gelme! (Bunun bir de Almanya’da “Gitme!” versiyonu var. 100 aydın toplaşıp yazmamış ama çeşitli yayın organlarında bu çağrı yer aldı).

 

Tabii ki devlet işleri ve uluslararası ilişkiler bu gibi zırvalıklara kulak asmadığı için, Merkel geliyor. Bu defa başlıyorsunuz “Efendim, Merkel Erdoğan’la Kaçak Saray’da fotoğraf vermek istemediği için randevuyu İstanbul’a verdi” teranesine. Oysa buluşma yerinin gelen konuk devlet değil, ev sahibi devlet tarafından belirlendiğini bilmek için, diplomasiyi, dış politikayı ve protokol kurallarını kenara koydum, kendi evinde misafir ağırlama ritüelini bilmek bile yeterli. Kural basit: Ev sahibinin gösterdiği yerde oturursun.

 

Nitekim Almanya Hükümet Sözcüsü Steffen Seibert, bu boş incir çekirdeğini doldurmak için:“Başbakan Merkel veya bir hükümet yetkilisi bir başka ülkeyi ziyaret ederken, ev sahibi ülkenin görüşme yeri önerisine uyar” şeklinde bir açıklama yapmak zorunda kaldı. İçinden “Nelerle uğraşıyor bu Türkler yahu!?” diye geçirmiş olmalı.

 

Bu da tutmayınca başlıyor bir “taht” vaveylası. “Merkel Kaç-Ak Saray’a gitmeyince, Erdoğan Saray’ı ayağına” getirmiş. “Kendini sultanlara denk gören Erdoğan bu sefer de ‘taht’” getirtmiş. Tabii bilgi çağında bu gibi basit yalanların ömrü en fazla beş dakika sürdüğü için, ‘taht’ dedikleri iki koltuğun zaten oranın demirbaşı olduğu açığa çıkıveriyor.

 

Ama ne gam! Karalama öyle kolay biter mi? Bir önceki yalanı bertaraf etmek için, görüşülen mekânın, yabancı konukların ağırlanması amacıyla, 2013’te, mobilyasıyla birlikte, elden geçirildiği açıklanıyor. Hemen namluya yeni mermi sürülüyor: “Böyle yenileme mi olur?”. Böylelikle “beyaz kibir”in bu gibi durumlarda zirve yaptığı noktaya geliyoruz. Artık görgüsüzlük, zevksizlik, kabalık, rüküşlük, sonradan görmelik sıfatları, makineli tüfek mermileri gibi, ardı ardına hedefe ateşleniyor. Hızını alamayıp hiç sıkılmadan “Diren Koltuk!” başlığıyla köşe yazan bile çıkıyor.

 

Söz konusu olan aklını, izanını yitirmek değilse eğer, bütün bu ‘strateji’nin başka sebepleri olmalı. Aklıma ilk anda gelen birkaçı:

 

Hükümetin önemli bir konuda avantajlı çıkacağının öngörüldüğü her durumda yapıldığı gibi, dikkatleri başka tarafa çekmek ve böylece yapılan işi önemsizleştirmek veya gözlerden olabildiğince saklamak, o sırada başka amaç için uğraşmak. “Canbaza bak” şeklinde özetlenir genelde (Bu cepheyi, bu konuda çok başarılı buluyorum. Hükümet yanlısı tüm kesimler bu ‘olta’ya çok çabuk geliveriyor).

 

Mesele dış politikayla doğrudan alakalı olduğu için, Türkiye’yi “sen kendi işine bak” pozisyonunda tutma mesajı (bkz. Ankara bombaları) vermeye ‘içeriden’ katkıda bulunmak.

 

Dünya yıkılsa Erdoğan’ı sorumlu tutmaya devam etmek, O’nu, bir an bile olsa hedef tahtasından indirmemek. Son üç yılda topluma, iğneyle kuyu kazar gibi, azar azar zerk edilmiş nefret zehrinin toplumsal bünyeye yayılışını kesintiye uğratmamak.

 

Peki, tamam da, yarın, “O tarihte mültecilere kimin, ne faydası dokunmuş?” diye merak edip arşivleri okuyacak öğrencilerinize bırakacağınız bütün mesajlar bunlar mı? “Koltukların tepesindeki hilal yan yatmıştı, ben o gün onu düzelttim. Yaldızları da çok görgüsüz ve parlaktı. Görgülü ve mat yaptırttım” demek mi? Bu mu sizin ‘aydın’lığınız?

 

Buysa eğer; mesela ben küçük oğlumu, ileride sizin ‘militan’ akademisyenliğinizden nasıl koruyacağım? Üniversiteye gönderip ‘siz’e maruz bırakmaktansa, “bir kaportacıya veya bir marangoz atölyesine şimdiden yönlendirmem daha mı iyi olur acaba?” diye düşünmek zorunda mı kalacağım? Nefret şırıngacılığı haline dönüşmüş bu tür ‘aydın’lığınızdan hiç utanıp sıkılmıyor musunuz gerçekten?

Yorum Analiz Haberleri

Sosyal medyanın aptallaştırdığı insan modeli
Dünyevileşme ve yalnızlık
Cuma hutbelerindeki prangalar kırılsın
Batı destekli spor projeleri neye hizmet ediyor?
Kemalizm’e has bu Laiklik Fransa’da bile yok!