Nefes filmini DVD’den seyrettim. Yönetmen Levent Semerci’nin adını ilke kez bu film vesilesiyle işitmiş oldum. Üzerine konuşulanları çok yakından izleyebildiğimi söyleyemem, ama o tartışmaların bıraktığı genel izlenim, filmin çok lehinde bir izlenim olmamıştı. Türkiye’nin, Cumhuriyet olarak hayatına başladığından beri yakasını bırakmayan Kürt sorununa sanat ve edebiyatın şu aşamada nasıl yaklaştığını merak ediyordum, onun için seyretmek de istiyordum. İyi oldu.
Bir kere, “iyi çekilmiş” bir film. İçeriği ne olursa olsun. Çekim koşullarının hiç kolay olmadığını da zaten kendisi bir şekilde anlatıyor. Böyle konuları işleyen bir filmde, elde edilmek istenen etkinin yükünün büyük kısmı, filmde geçecek simgelere vb. bırakılabilir. Başka bir söyleyişle, içerik çalışırken estetik dalga geçme fırsatı bulur. Nefes bana böyle gelmedi. Burada yapılan işin “sanatsal” bir iş olduğu, film boyunca unutulmamış.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşlarıyız. Böyle bir konuyu filme alma eyleminin girebileceği biçimler hakkında bayağı fikrimiz var. Bunun nasıl ölçüsüz bir haklı gösterme, ululama, ajitasyon yaratma vesilesine dönüştürülebileceğini sayısız örnekleriyle biliyoruz. Nefes’in bu örneklerle ilgisi yok. Filme o örneklerden bir tane daha görmek niyetiyle gidenler büyük bir hayal kırıklığına uğramış olmalı. Öyleleri, sonuna kadar dayanabildilerse, konu hakkında zihinlerinde birikmiş şeylerden epey farklı bir izlenimle çıkmış da olabilirler.
Ama, tabii, bu filmin bildiğimiz o filmlere benzememesi, bunun iyi bir film olduğunu –kendi başına -göstermez. Onlar o kadar kötü, o kadar düşük ki.
Filmin bir hayli nesnel olduğunu, ama tarafsız olmadığını söyleyebilirim. Son analizde, olaya bakmaya karar verdiğin taraf, sonucun “tarafsız” olmayacağını söylüyor. “Ölüm haberi” subayın ölüm haberi olarak onun eşine tebliğ ediliyorsa, elbette ki gözümüzün önünde acı çeken o insana sempati duyacağız –aynı şey karakoldaki bütün askerler için de geçerli. Kürtlere gelince, konuşma’sını işittiğimiz tek Kürt, “Doktor”. Onun konuşmasının da yeterince nesnel biçimde verildiğini düşünüyorum. “Benim halkımı kendi yurdunda sürgün ettiniz” gibi sözlerinin herkesçe değerlendirilmesi gerekiyor. Öteki, yaralanarak tutsak düşen, biri kadın biri erkek iki Kürt de hiçbir aşağılama tekniğine başvurulmaksızın, gene “nesnel” bir biçimde resmedilmiş.
Bu çerçevede bir “taraflılık” sözkonusu olsa da, filmin asıl kaygısının, bu işte kimin ne kadar haklı olduğunu araştırmaktan önce, savaşın ne olduğunu, savaşın insanlara neler yaptırdığını araştırmak ve sorgulamak olduğu kanısına vardım. Bir kere buna karar verilmiş, bu kapı açılmış, başka bütün kapılar da kapatılmışsa, insanlara da o Komando Yüzbaşı gibi “ol” komutu veriliyor. Her insan davranışının bir gerekçesi vardır. Öldürülen arkadaşını unutamadığı için yaralı tutsağa eziyet etmek isteyen –ve bunu yapan- ya da her şeye rağmen genel insan etiğinden ayrılmayan... Bunlar bireylere, bireylerin kendilerini içinde bulduğu koşullarla başa çıkabilme yeteneklerine, dolayısıyla bütün eğitimlerine, formasyonlarına bağlı şeyler.
Amerika’da Vietnam Savaşı karşısında toplumun aldığı tavırlar süreç içinde çok değişmişti –gene “olumlu/olumsuz” denebilecek her türlü tezahürüyle. Cumhuriyetçi Başkan adayı Goldwater, işi atom bombasıyla çözelim diyordu; ABD seçimlerinin en düşük oranlarından birinde kalmıştı ama partisinin böyle bir adamı Başkanlık yarışına sokması ve milyonlarla seçmenin böyle bir adama oy vermesi yeterince korkunçtu. Bunun eşi bugün Türkiye’de de var.
Ama asıl eğilim, egemen eğilim, ayrıca askerlik sisteminin değişmesine de yol açan eğilim, genel olarak barıştan yana işleyen eğilimdi. Toplumdaki bu eğilim özellikle sinemadan çok etkilendi. Türkiye’de şimdiye kadar buna benzer bir rol oynayacak yalnız Uğur Yücel’in filmini biliyordum. Nefes ondan çok farklı, bütün özellikleriyle, ama son analizde bu da terazinin o kefesine konacak bir ağırlıktır sanıyorum.
TARAF