Haziran 2011 seçimleri öncesinde, daha vekil adayları belirlenmeden, içlerinde 'başörtüsü davası'na emek vermiş nerdeyse tüm Müslüman kadınların olduğu bir kampanya başlatılmıştı. Sloganı 'Başörtülü aday yoksa, oy da yok'tu. Çünkü öğrenim ve çalışma hakları gasp edilmiş kadınlar olarak, seçilme hakkımızın da gasp edilmemesine ilişkin elimizde sadece oy kullanma hakkımız vardı.
Ali Bulaç, o dönemde kampanya içerisindeki bazı kadınları, 'aldığı duyumlar ve kişisel kanaati' üzerinden şu sıfatlarla suçladı: 'Beyaz casus, iktidardan nemalanan, beşinci kol faaliyeti içinde olan, burnu havada, İslâmî hareketleri içerden çökerten devşirmeler'... Ayrıca Ak Parti'nin başörtülü aday göstermesi durumunda kapatılabileceğini söylüyor; bu kampanyayı da Müslüman kadınların kendi iradeleriyle değil, bazı odakların yönlendirmesi/kandırmasıyla yaptığını düşündüğünü ekliyordu. Kendi ifadesiyle 'bu seçimde de başörtülü aday olmayıversindi, yeni anayasa yapıldıktan sonra başörtülüler de herkesle beraber rahatlardı.'
Bulaç, geçen yazısında kalbini kırdığı kadınlardan helallik isteyerek ama aynı suizanları savunarak, kampanya devam ettirildiği takdirde destek vereceğini söylüyor. Meseleyi kişisel hak-hukuk ekseninin üzerinde değerlendiren birisi olarak Bulaç'a hakkımı helal ediyorum. Helallik istediği için de teşekkür ediyorum. Ancak şu soruyu da sormadan edemiyorum: Yargının Ak Parti'ye müdahalesi bağlamında Haziran 2011'de iktidarın elinde olmayıp da bugün olan ne vardır? Zira 2010 referandumundan itibaren yargı yapısına ilişkin yapılmış önemli bir değişiklik yok. O argümanı o gün geçerli idiyse, bugün neden geçerli değildir? Üstelik Bulaç'ın rahatlamaya vesile olacağını söylediği yeni anayasa daha yapılmamışken, önünde üç zorlu seçim olan bir ülke ortamında ve Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı tehlikeye girdiği takdirde, bırakın başörtüsü yasağının kalkmasını, eski yasakların bile geri dönebileceği bir iklime savrulma ihtimalimiz varken, bu telaş nedendir? Bulaç'ın yaptığı gibi topu 'iyi saatte olsunlar'a atmadan, doğrudan kendisine sorayım istedim.
Fikret Bayram'a özgürlük!
Fikret Bayram, yaklaşık 14 yıldır hükümlü olarak hapis yatıyor. Ancak Bayram, kendi ihtiyaçlarını bile gideremeyecek kadar ağır hasta. Omurilik felci geçiren Bayram'ın vücut fonksiyonlarının %92'si çalışamaz halde; omuzlarının aşağısından itibaren vücudu işlemiyor...
İstanbul Adlî Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu'nun, 1998 yılında verdiği 'kalıcı sakatlığı vardır' raporu üzerine, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından kullanılan af yetkisi kapsamında cezaevinden çıkartılan Fikret Bayram, devam eden davasının sonuçlanması üzerine 2009 yılında tekrar cezaevine konulmuş. Ne var ki, yapılan yeni başvuru üzerine, İstanbul Adlî Tıp 3. İhtisas Kurulu 1998 tarihli raporuna ve Batman Devlet Hastanesi ile Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından verilen 'yüzde 95 sakat ve bakıma muhtaçtır' raporlarına rağmen 'sürekli hastalığı yoktur' şeklinde rapor hazırlamış. Bayram'ın durumunun 'sürekli hastalığı yoktur' kapsamında değerlendirilemeyeceği ayan beyan olmasına rağmen, böyle bir neticenin çıkmış olması kabul edilemez.
Mazlumder adına Genel Başkan Ahmet Faruk Ünsal'ın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e yazdığı mektupta şöyle deniyor:
'Öncelikle kendi ihtiyaçlarını gideremeyecek derecede ağır ve kalıcı sakatlığı bulunan Fikret Bayram'ın cezasının, Anayasa'nın 104/2-b hükmü gereğince kaldırılmasını,
Sorduğumuz bir soru üzerine Adalet Bakanlığı tarafından derneğimize iletilen, 2012 verilerine göre cezaevlerinde 348 ağır hasta mahpus bulunmaktadır. Artık bu mahpuslar için Adalet Bakanlığının tespiti yeterli görülerek, oldukça gecikmeli hazırlanan ve çoğunlukla çelişkilerle dolu Adli Tıp Kurumu raporlarına gerek olmaksızın af yetkinizi kullanmanızı,
Birçok bakımdan raporları ve güvenilirliği tartışma konusu oluşturan Adli Tıp Kurumunun ciddi bir denetlemeden geçirilebilmesi için DDK başta olmak üzere ilgili organların harekete geçirilmesini,
Tensiplerinize arz ederiz.'
Cumhurbaşkanı Gül'ün, Kasım 2009'da ağır hapis cezasına çarptırılmış ama ölümcül safhada kanser hastası olan Güler Zere için çıkarttığı afta olduğu gibi Bayram ve benzeri durumdaki mahkûmlar için de af yetkisini kullanmasını bekliyoruz. Mahkûmlar, mahkûm olduktan sonra vatandaşlıktan çıkmıyorlar. Bilakis 'devlete emanet edilen' bir hayatı sürdürüyorlar. Devletin de bu sorumluluğa uyacak şekilde, şaibeli sağlık raporları arkasına sığınmadan hareket etmesi gerekiyor. Hakkaniyetli duruşuna güvendiğimiz Cumhurbaşkanı Gül'den müsbet bir cevap gelmesini umuyorum.
YENİ ŞAFAK