Neden ‘sevgili ya da barmen şiddeti’ değil de ‘erkek şiddeti’?

RIDVAN KAYA

Kadına şiddete karşıtlık adı altında yürütülen feminist kampanya tam manasıyla kavramsal ve zihinsel şiddet boyutları içeriyor. Protesto dili giderek tüm erkek cinsini mahkûm etmeye veya en azından şüpheli konuma oturtmaya evrilirken, başta siyasiler olmak üzere toplumun sorumluluk sahibi farklı kesimlerinin bu kampanya karşısında edilgen tutumları azgınlığı beslemekte.

En son Muğla’da yaşanan bir cinayet hadisesi üzerinden aynı kampanyanın daha da alevlendirildiğine şahitlik ettik. Malum çevrelerin bu hadiseye tepkiyi, kurnazca bir tutumla bir müddettir gündemde olan İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkma fırsatına dönüştürdükleri de görüldü.

Tabandan gelen tepkilere bağlı olarak iktidar yetkililerinden de son dönemde İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik sadır olan tartışmalar bu şekilde bastırılmaya çalışılmaktaydı. İstanbul Sözleşmesi’nin bu ve benzeri cinayetlerle alakasının nasıl kurulduğu ise elbette sorgulanmıyordu. Aynı şekilde Sözleşme’nin ‘kadın cinayetleri’ni önleme hususunda bir katkısının, etkisinin bulunmadığı gerçeğini bizatihi bahse konu olayın kendisinin ispatlamış olduğu da görülmek istenmiyordu.

Sapık bir barmenin sevgilisini öldürmesinden neden tüm erkekler sorumlu olsun?

Bu hadise vesile kılınarak bir kez daha toplum yoğun bir tarzda ‘kadın cinayeti’ ve ‘erkek şiddeti’ kavramsallaştırmalarına muhatap kılındı. Öldürülen kişi bir kadın olduğu için tüm kadınlara yönelik bir şiddet ve cinayet eğilimi havası estirilirken, öldüren kişinin cinsiyeti öne çıkartılarak adeta ‘erkek’ olmak potansiyel katil olmak gibi sunulmaya çalışılıyordu.

Somut vakadan yola çıkarak bu hadiseye ilişkin olarak örneğin ‘sevgili cinayeti’ ya da ‘barmen cinayeti’ vb. kavramlar da kullanılabilirdi ama bu tercihler hâkim kılınmaya çalışılan anlayışa tabi ki uygun düşmezdi! Hedef ‘erkek egemen kültürle hesaplaşma’ adı altında toplumsal yapının temellerini aşındırmak, başta ahlak ve namus kavramları olmak üzere bireyci, hedonist, dindışı hayat tarzıyla çelişen tüm değerleri işlevsiz kılmaktı.

Pek çok sefer yapıldığı üzere Muğla olayı da çok dar ve seçici bir perspektiften ele alınıp, sunuldu. Hadisenin kendisi baştan sona mide bulandırıcı öğeler taşırken, dikkatler sadece sonuca, cinayete yöneltildi. 27 yaşında üniversite öğrencisi bir kadının, yaşadığı şehirde bar işletmecisi evli ve çocuklu bir erkekle ilişkisi bu çevreler için hiçbir sorun teşkil etmiyordu.   

Dini ve Ahlaki Esasları Popülariteye Kurban Etmek!

Bu feminist kampanyanın kimi dindar çevreleri de etkisi altına aldığı ve yönlendirdiği görülüyordu. Konuyla ilgili açıklama yapma, kampanyaya kendi meşreplerince destek verme zarureti duyan bazı hocaefendi ve ilahiyatçılar da aynı şekilde olayı kınayıp, bu konuda duyarlılık eksikliğinden ötürü toplumu suçladılar. Bunu yaparken cinayet kurbanını topyekün masumlaştırma çabasından da geri kalmadılar.

Kimisi sevgili cinayetine kurban giden kadını diri diri toprağa gömülen kız çocuklarına benzetip, bu konuda yeterli tepki göstermeyenleri cahiliye zihniyetiyle özdeşleştirirken, kimisi ise kız evlat babası olduğunu hatırlatarak duyduğu derin teessürü paylaşıyordu. 

İyi ama Muğla’daki hadisede acaba kınanması, mahkûm edilmesi gereken şey sadece bir kadının öldürülüp, cesedinin vahşice gizlenmeye çalışılması mıydı? Evli bir erkekle bir kadının nikahsız birlikteliği bu zevat tarafından hiçbir sorun teşkil etmiyor muydu?

Haramların meşrulaştırılmaya çalışılmasından daha büyük cinayet olur mu?

“Olayın bu boyutu bizi ilgilendirmez, bizi sadece bir kadının canına kıyılması ilgilendirir” türünden savunuların feminist, laik anlayış nezdinde bir anlamı olabilir ama İslami ilkeler nezdinde bir karşılığı yoktur.

Ortada elbette kınanmayı, lanetlenmeyi hak eden bir cinayetle birlikte haram olduğu hususunda hiçbir şüphe bulunmayan, çirkin bir fiil daha var ve üstelik de bu fiil, daha doğrusu hayat tarzı gayet doğal, sıradan bir şey gibi sunulmaya çalışılıyor. Mevcut ceza kanununda bu fiilin suç teşkil etmemesi bizim için bir şey ifade etmez. Ceza kanunlarına göre şirk de suç değil ama inancımıza göre en büyük zulmü teşkil ediyor.

Popülarite kazanma endişesiyle söz söylemek, yorum yapmak, haramlara, münkere, ifsada tavır almaksızın söz söylemek belki birilerini ‘farklı’ çevreler nezdinde sevimli kılabilir, ‘tam aranılan hoca’ konumuna oturtabilir ama Allah Teala indinde hayırlı kılar mı, düşünmek gerekir!

Evet, ortada hunharca işlenmiş bir cinayet var, buna karşı çıkılsın, bu cani eylemi işleyen kişi lanetlensin ve hak ettiği cezayı alsın ama kimse de Kemalist, laik ve sapkın ilişki tutkunu bir barmenin fiilini kolektif bir suç haline getirip tüm toplumu ve onun değerler sistemini mahkum etmeye yeltenmesin! Ve yine cinayete karşı çıkarken, bilhassa marufu emretme ve münkerden nehyetme sorumluluğuyla davranması gerekenler, dolaylı biçimde de olsa haramları hafife alan bir yaklaşıma kalkışmasınlar!

Son kertede müfsid bir hayat tarzının kurbanı olmuş bir kişiyi azizeleştirmeye kalkmak yakışıksız bir tutumdur. Bu şekilde haramları, fesadı meşrulaştırma, mazur gösterme söyleminin de büyük bir cinayet olduğu görmezden gelinmemelidir!