Ne zaman Kürt olduk? Ne zaman Türk olduk?

Yusuf Ziya Cömert

'Kürt sorunu' bağlamında bahis konusu edilecek çok şey var bugünlerde. 'Sıcak mevzular'ın bugünden yarına soğuma ihtimali yok. Bu yüzden, kendi dünyamdan başlayarak yürüyeyim diye düşündüm.

Felsefe, sosyoloji, antropoloji falan yapmayacağım. Herkesin gördüğünü düşündüğüm basit bir gerçekliğin altını kendi üslubumla çizmeye çalışacağım.

Biz, bir zamanlar, ne Türktük, ne Kürt. Normal, insanlardık.

Evet, Kürt olanlarımız vardı, Türk olanlarımız, Laz, Çerkez, Gürcü, Abaza, Yörük, Muhacir, Boşnak, Çingene, Manav, Arnavut olanlarımız vardı.

Ama birbirimizi, Arnavut diye, Türk diye, Kürt diye çağırmazdık. Birbirimizi öyle tasnif etmezdik.

Ahmet'tik, Mehmet'tik, Ayşe'ydik, Emine'ydik. Hadi diyelim, bazı yerlerde Fadime'ydik. İdris'tik. Şeyhmus'tuk, Ökkeş'tik, Piruz'duk. Ama ayrımız, gayrımız yoktu.

Arkadaşlarımızın etnik aidiyeti, memleketi, olsa olsa birtakım latifelere vesile olurdu. Kimseyi eksik ya da fazla görmezdik.

Biz görmezdik.

'Biz' derken, kendi arkadaşlıklarımı, dostluklarımı kastediyorum.

Zamanın milliyetçileri, bize, 'Türk müsün Müslüman mısın?' diye, saçma sapan bir soru sorarlardı. Aldıkları cevap, Temel'in 'akvaryum'una benzer bir mantık yürütmelerine yaramayınca, canları sıkılırdı.

Şimdi, Kürtler, 'Kürt müsün Müslüman mısın?' gibi bir soruya muhatap oluyorlar mı bilmiyorum.

İsterdim sorulmasını. Irkçıların, Müslümanlığı ırkçılığa hâlâ engel gördüklerinden, Müslümanlığın ırkçılığa hâlâ engel olma vasfı taşıdığından emin olabilmek için isterdim.

90'ların sonuna doğru... 'Kürt sorunu' çoktan kamuya malolmuş. Bir gün...

'Ağlama babey boğulacağım/Asi gibi dergahtan kovulacağım' dizelerinin şairi, arkadaşım Sabah Kara, bana bir soru sordu.

"Yusuf" dedi, "Türk arkadaşların, kültürel haklar konusuna bakışlarını bağnaz buluyorum. Sen nasıl bakıyorsun?"

"Sabah" dedim, "Biz ne zaman Türk arkadaş olduk?"

Evet, köprünün altından çok sular akmıştı. Sabah'ı yıllarca görmemiştim. Uzaktan haberlerini alıyordum. Arkasından hayır diler, hayır dua ederdik. Mardin'de diyorlardı. Sonra İstanbul'da dediler. Sonra Nubihar'ı çıkarıyor dediler.

(Nubihar, güzel dergiydi. Okuyamıyordum ama içinde ne olduğunu anlıyordum. Öyle bir dergi keşke şimdi de çıksa.)

İnsanların Kürtçe konuşması, Türkçe ya da başka bir dilde konuşması, yazması, okuması, bizim gözümüzde sorun olmazdı, olamazdı.

Ama neydi 'Türk arkadaş?' Buraya kadar mı düşmüştük?

Elbette Türk'tüm. Hâlâ da Türk'üm. Ama ben, herhangi bir arkadaşımın 'Türk arkadaş'ı mı olacaktım?

Bir kırılmaydı bu. Benim 'bireysel alan'ımda, Kürt sorunu 'başkasının sorunu' olmaktan çıkmıştı. Buydu işte Kürt sorunu. Bir 'memleket meselesi'nden daha yakın, daha somut.

Bazı Kürt arkadaşlarım, 'başkası' olmak istiyordu. Bazı Kürt arkadaşlarım, beni 'başkası' kılmak istiyordu.

Ben ayrıntıyım burada. Arkadaşım Sabah da ayrıntı. Ama hepimizin hayatında böyle bir 'gerçeklik'in belirmesi, ayrıntı değil.

Allah'a şükür, bu gerçek dört bir yanımızı kuşatmadı. 'Biz'i yok etmedi. Aşılıydık, bünyelerimiz bu virüsü yendi.

Yani bizler, 'biz' dediğimiz dostlarımız Atılgan Bayar'ın icat edip maydanozla karıştırarak servis ettiği 'etnodertin'e yakalanmadık.

(Atılgan Bayar hastalığı başka türlü tarif ediyordu. Muhayyel bir hastalıktı onunki ve 'maydanozlar'ı iyi işletmişti. Ben Atılgan'ın bulduğu hastalık adını başka bir olguya takmış oldum. Ödünç. Patenti Atılgan'ın.)

Bizim 'hastalanmamamız' iyi bir şeydi. Sağımızı solumuzu kollamadan yürüyeceğimiz bir alan vardı. Ama ya bizden sonrası?

Bizden sonrasına kısmetse bir sonraki yazıda devam edelim.

Sabah'ın sorusu ortada kalmasın ama. Cevabımı söyleyeyim.

"Benim dememle oluyorsa, bütün kültürel haklara evet."

Ana dilde eğitimi de sormuştu Sabah. "Eğitim, hangi dilde olursa olsun, doğru olsun" gibi bir cevap vermiştim.

Şimdi, nerededir bilmiyorum. Yıllar var görüşmüyoruz. Bilvesile, buradan selamlıyorum 'Kürt arkadaşım'ı...

YENİ ŞAFAK