Ne vereyim hediye: senin gibi kediye?

Perihan Mağden

Feci dikkâtlilerin gözünden kaçmamıştır. (Gözünden “kaçanlara” da, edecek sözüm yok zaten.) Perşembe günü yazım çıkmadı Taraf’ta.

Bir Japon kadar asil ve sessiz, anlaşılmayı bekledim. Haftada iki (2) kez yazmak kat’i surette yetmiyor –muş ya Halil Berktay’a.

“Kibirli Roni: Dinlesene Beni 386” ve “Muratçığım Anlasana: Bu Kadar Anlatıyorum Sana 693” başlıklı (daha sırada bekleyen) yazıcıklarından birini, benim hazine arazisi büyüklüğündeki yerimde sergiler diye (ince ince) düşüneyazdım.

Ama tabii Bu Topraklar, “iyilik yap/ denize at” toprakları değil. Bu Topraklar, “aman bi cami yaptır, altında da sıra sıra/ rüküş rüküş dükkânlar olsun ki ordan da kira toplarsın” toprakları.

Yoksa bilen bilir: izin verseler haftada değil iki, on iki yazı çiziktirmek isteyecek bir karakterim var. Hatta Ramazan Rasim ve Telesiyej mahlaslarının BANA AİT olduğunu da, ne kadar yazı yazmaya doyamadığımın kanıtı olarak önünüze sürüvereyim. Keyfiniz bilir.

Bu arada köşesine ve kabına sığamayanların Adası (bakın: “bataklığı” demiyorum; saydırıyormuşsunuz yoksa ânında) olan Twitter’da da iki-üç adet Perihan Mağden mevcutmuş.

Hatta biri (resimli mesimli olanı) benim “dilimin” çok azap verici bir kopyalaması şeklinde son bir-iki ayda dört-beş cikciklemiş.

Ne Facebook’tayım, ne de Twitter’da.

Hiç bi zaman da olmayacağım.

Taklitlerimden sakınınız! Uyarmadı demeyiniz.

Mahlaslarla Taraf’a habire yazı yetiştirmekten canım çıktı zaten. Dehamı bi de o mecralara damlatamam Romalılar!

Herneyse, harbiden Taraf o kadar şahane bir gazete ki –özellikle son üç-beş ayda öylesine bir şaha kalkmış vaziyette ki–

Ömrümde ilk defa iftihar ederek/ onur duyarak/ delirmeyerek: aksine, huşu içinde okuyabiliyorum Bu Topraklar’da çıkan bir gazeteyi.

Diyelim bugün (konunun önemine lodoslayarak) Fuzuli Fransa’nın denyo kanununun geçmesinin nasıl da leğende fırtına vesilesine dönüştürüldüğünü (özellikle böyle “penaltılarda”, şahin milliyetçi “golçü” kesilmekten zırnık imtina etmeyen) Başbakanımız tarafından; saçıklayabilirdim.

Ve fakat heyhat! Öylesine dört dörtlük yazılar çıkıyor ki Taraf’ta güncel konularda. Öylesine hemfikirim ki yazanların çoğuyla, öylesine “atarım altına imzamı arrkadaş” havasına kapılıyorum ki–

Bi tane daha “konu” üstüne yazmak, kesinlikle gelmiyor içimden.

Amanin nasıl bir konfor bu!

Geçenlerde Yaşar Kemal’ in “Grand Officier” nişanı alması vesilesiyle koşuştuğum Fransız Sarayı’ndaki (eh, epey bi zaman gidemeyiz artık herhalde oralara) okazyonda rastladığım Orhan Miroğlu’na da bunu söyledim.

Hem müthiş bir kahraman olduğunu düşünüyorum Miroğlu’nun, hem yazıları öylesine bam tellerimi bammmlatıyor ki –altına imza çakasım (alenen: çalasım) geliyor. Daha NE DİYEYİM?

Bu arada hakiki kahramanlık, cam kafesinin arkasında gakguklamakla olmuyor. Rojin’e TRT Genel Müdürü olabilecek en erkek egemen ağzı bozuklukla “sataşırken” salonu yalnızca (önce itirazını dillendirip) Orhan Miroğlu terketmiş. Terk edebilmiş! Mesela.

Aynı şekilde artık konserleri ağır sabote edilen Şivan Perwer de, eline alıp hoparlörü “Bu soytarılar!” diyebildi Hollanda’da birtakım soytarılara.

Hakiki kahramanlık ÂNINDA ve GERÇEK HAYATTA karşı koyma pratiğin varsa mümkün. Yoksa kargalar gibi gakguklarken peynirleri patır kütür düşürdüğünle kalırsın dalının altında bekleyen resmî ideolojinin tilkilerine.

Yaşar Kemal’in nişan törenine nasıl çağırıldığımı da anlayamadım. Zira ülke sınırları içinde başını çekmediğim KARA LİSTE YOK nerdeyse Aziz Okur!

Belki zart ortaya zırt buraya davetlensem, bu kadar nefsime hâkim olmayı beceremeyecem. Ama harbiden o kadar çağırılmıyorum ki hiç bi yere; bu kadar olur.

Fransız Düğün Salonu’na çağrılmak bir şey, Yaşar Kemal pek çok şey.

Duman’ın “İçerim ben burda bu akşam” şarkısında dediği gibi “Koşarım ben Yaşar Kemal’imizin taltif törenine!” oldum valla. (Hoş şampanyaları da aynen Duman şarkısına sadakatle tükettim.)

Amanin Medyanın (Ergenekon) Deccalleri de, koştur koştur gelmişler! Ama Allahtan sevdiğim/ takdir ettiğim kişilerden bir kadro ağırlıktaydı.

Ne mi YAPTIM? Hem Türkan Şorayımı koşup gidip kucakladım öptüm. Hem de tammm saraydan çıkmak üzereyken Yaşar Kemal’i.

2011’i daha iyi bir uğurlama düşünemiyorum. İKİ İDOLÜMÜ DE AYNI GECEDE ÖPTÜM!

Yaşar Kemal “Bu karıdan korkuyorum ben!” filan da dedi gerçi. Onu sevmediğimi sanıyormuş.

“Sarı Sıcak ve Diğer Hikâyeler”i on iki yaşında, “İnce Memed”leri on üç yaşında filan okuduğumdan beri hastasıyım.

Ayrıca öyle gürül gürül, öylesine hakiki, hakikatli biri ki Yaşar Kemal–

Öylesine cümlemizin iftihar ettiği eşsiz benzersiz bir nehir yazarımız ki–

Onunla sevinmek apayrı bir duygu harbiden.

Hem koskoca Ayı Yaşar’ın (minnacık) benden “korkuyor” olması da, neşelerden coşku boşalttı içime!

Çok tatlı korkması. Ve de matrak tabii ki.

Bu arada sevgili arkadaşım Pakize yüzünden de bence, beni “kedi perisi tuttu.”

Köpek perisi zaten yakamdan düşmüyor. Ama “Bu kedi işine girmeyeyim, zaten sokaklar kedi dolu; sıyırırım kafayı” diyordum. Kendi kendiciğime.

Hayır kardeşim! Kediler de yapıştı yakama.

Şimdi evde bir tam zamanlı, bir de yarım iki kedi de yaşamakta onca köpeğin yanı sıra –iyi mi?

Bahçede baktığım beş-on kedi yetmedi, eve iltica eden yumurcak kız beni kendine hepten esir etti.

Otur seyret. Seyret otur.

Kedilerin olayı da bu yeminle.

Bu kadar mı “spectacular” olunur?

“Karmaşık yazı görmedim” diyorsanız; e artık demeyin diyorum.

Öyle. Diyorum. Pazarpazar.

TARAF