Yavuz Bahadıroğlu’nun Yeni Akit’te yayımlanan yazısı:
“Sosyal medya” denen âfet-i devran!
Bizim nesil, sadece okul eğitiminden değil, yanı sıra bir de “sohbet eğitimi”nden geliyor...
Anlayacağınız, biz, Osmanlı “sohbet geleneği”nin devam ettiği bir dönemin çocuklarıyız.
Gerçi milletin “imanda kardeş” olmasını engellemek için, “yürek eğitimi” veren tekke, zaviye, dergâh gibi müesseseler çoktan kapatılmıştı, ama “millî şuur”kapatılan her müesseseyi başka biçimde ihya etmenin bir yolunu bulmuştu.
Bizim gençlik yıllarımızda tekke, zaviye, dergâh yoktu, ama yaklaşık aynı işlevi gören Meserret, Çınaraltı, Marmara Kıraathanesi, Küllük gibi, “sohbet”mekânları vardı. Bazen de bürolarda, kitapçı dükkânlarında, hatta evlerde toplanır, yüreklerimizi olgunlaştırmaya çalışırdık.
Yirmili yaşlarda sohbetten sohbete koşuyor, bilge kişilerin sohbetlerinde demlenmeye çalışıyordum.
Sinan Omur, Eşref Edip, Mahir İz, Necip Fazıl, Cemil Meriç, , Muzaffer Özak, Münir Süleyman Çapanoğlu, Zübeyir Gündüzalp, Bekir Berk, Ayhan Songar, Muharrem Ergin, Mehmed Kaplan, Ahmed Kabaklı ve daha niceleri, bizim gibi gençlerin ruh dünyasına “fikir” tohumu atmak için rahatlarını, huzurlarını, zamanlarını feda eden insanlardı:..
Hepsini rahmet ve minnetle anıyorum.
Belirli yerlerde bir araya gelinir, çeşitli konular üstüne konuşulurdu. Onların birbirleriyle yaptıkları “edeb” çerçeveli tartışmalardan beslenir, öncelikle dinlemeyi, sabretmeyi, düşünmeyi, fikir üretmeyi, bir fikri savunurken karşı tarafı yüceltmeyi, nihayet fikrimizi ifade etmeyi öğrenirdik.
“Edeb” her şeyin önünde gelirdi. Farklı görüşü savunanlar asla muhataplarını küçümsemez, nezaketten ayrılmaz, tepeden bakmaz, galiz ifadeler kullanmazdı.
En samimi dostlar bile bir birlerine “siz” diye hitap eder, kimse kabalaşmaz, aralarına sertlik ve lâubalilik girmezdi.
Çünkü galip gelmek, haklı çıkmak için değil, gerçeği bulmak için tartışırlardı. Her fikrin aynı zamanda bir “içtihad” olduğunu, hakkı/ hakikati arama amacıyla söylenmesi ve samimi olması şartıyla, isabetsiz fikirlerde (içtihadlarda) dahi sevap vaat edildiğini unutmazlardı.
Sanırım “sohbet” geleneğinin son müdavimlerinden biriyim. Bizden sonra o bağ da koptu. Önce televizyon girdi aramıza, sonra “sosyal medya” denilen “ucube”: Sınırsız, sorumsuz, fikirsiz, düşüncesiz ve en vahimi de ilkesiz...
Birkaç parıltılı cümle ile dünyayı fethetmeyi vaad eden, aslında ise hayatınıza hiçbir değer katmadan var olan değerlerimizi de tüketen bir derin tuzak: Ne fikirler gerçek, ne dostluklar gerçek, ne arkadaşlıklar gerçek, ne sevgiler, ne nefretler gerçek...Her şey sanal ortamda yaz-boz tahtasına dönmüş...
Fikir olmadığı için fikirde sebat ve istikrar sorumluluğu da yok! Dünkü inancınızı silip yerine tam zıt şeyler yazabiliyorsunuz...
Zaten insanın serazat (geniş ve özgür) ufku birkaç cümle ile öyle bir sınırlanma sınırlanıyor ki, fikre geçit vermiyor...
Gerçi bu hal iyice sathileşip yozlaşan, aynı ölçüde de sabırsız ve saldırgan hale gelen günümüz insanının zihin yapısına uygun; ne var ki kelimeler ölüyor, şiirler ölüyor, edebiyat ölüyor, sanat ölüyor ve gerçek anlamda “sohbet” ölüyor!
Televizyon bir yere kadar “sohbet geleneği”mizi zaten önemli ölçüde bitirmişti, onun etkisinden bizi ve çocuklarımızı kurtaracak yeni yöntemler bulamadan devreye “akıllı telefon”lar, internet ve “sosyal medya” girdi...
Onlara iyice kilitlendik: Ne sohbet kaldı, ne üslup kaldı, ne kelime kaldı, ne fikir kaldı...
Fena halde savrulduğumuzun farkında mıyız?