Ne sağcıyız, ne solcuyuz…

M. HASİP YOKUŞ

İnsanoğlunun yeryüzü serüvenine başladığı andan itibaren ona “halifelik” vazifesi yüklenmiştir.1 Bu vazifenin gereğinin yerine getirilmesi akıl, imkân ve sorumluğun mevcudiyetini zorunlu kılar. Diğer tüm canlılar içerisinde insana böyle bir vazife yüklenmiş olması bu halifelik misyonunu yürütecek donanım ve imkâna sahip olmasından kaynaklanmaktadır. İnsanı güç ve takati oranında sorumlu tutması Allah (cc)’ın adaletinin gereğidir.2

Bu ağır3 ama kutlu vazifenin gereğinin hakkıyla yerine getirilmesi insanın sorumluluk ve bilinç düzeyiyle ilgilidir. Yüklendiğimiz bu sorumluluğun gereği olarak ortaya koyduğumuz gayretlerin toplamı, aynı zamanda dünya sürgünündeki imtihanımızın temel çerçevesini de teşkil etmektedir.4

Bu yazının konusu biziz, yani İslam’ın temel referanslarından hareketle toplumsal hayatı yeniden düzenleme umut, heyecan, gayret ve duasına sahip olanlar…Evet, İslamcılardan söz ediyorum çünkü İslam’ı bu boyutlarıyla tanımlayanlar İslamcılardır. Birilerinin fundamentalist, modernist, ideolojik, siyasal islamcı hatta hızlarını alamayıp dini siyasete alet edenler, türedi, bozulma, sapma…şeklindeki değerlendirmeleri, ya belli bir ön yargıdan, ya da İslamcılığı bazı tarihsel tezahürlere veya belli bir retoriğe indirgeyerek değerlendirme yanlışından kaynaklanmaktadır.

Esasında, belli bir tarihsel dönemin verili şartları içerisinde ortaya konan düşünce ve çabalar dâhil bu olguyu tanımlama ameliyelerinin tamamı birer yorumdur. Diğerlerini sapma, kendisini de bu dinin ana damarının savunucusu olarak gören uç beyleri tarihin her döneminde var olmuştur. İlave olarak, kendi yorumunu merkeze alıp İslamcılığın “son”unu ilan edenler de bu koroya eklendi.

Hiç önemli değil.

Kendi temel referans kaynaklarında veya geleneksel müktesebatında değinilen bir kavram olmadığı için üzerinde mutabık kalınan bir tanımı yok.

İslamcılık kavramının ilk nerede ve kimler tarafından tedavüle sokulduğuna ilişkin rivayetler muhtelif. Bunu Ebu Hasan el Eşari’ye (873 – 935/6) kadar götürenler var. Ancak, yaygın bir şekilde 19. Yüzyılda tedavüle girdiğine şüphe yok. Bir kurtuluş reçetesi olarak Batıcılığı, Türkçülüğü falan savunanların karşısında kurtuluşun İslam’da olduğunu savunanlara İslamcı demişler.

Aslında İslamcılar, meydan okuma anlamında bir tepkiyi muhataplarının anlayacağı dilden ifade etme gereksinimi duymak söz konusu değilse, inancını “İslamcılık”, kendisinin bu inanç içindeki yerini de “İslamcı” olarak ifade etmemiştir.5

Kendi hikâyemizi arıyoruz. Tarihin kimi dönemlerinde göz kamaştırıcı medeniyetler kurduk, kimi dönemlerinde şu anda Gazze’de olduğu gibi kardeşlerimizin parçalanan bedenlerine bırakın siper olmayı, kefen bezi göndermeye dahi muvaffak olamadık.

İmtihanın doğası budur. Nitekim risalet süreci içerisinde kendi kavimleri tarafından testereyle kesilen peygamber olduğu gibi, kral peygamber de var olmuştur. Evet, imtihanın boyutu değişir belki ama temel referans çerçevemiz sabittir ve bellidir.

İnancımız için “İslam”, İslam`a inananlar için “Müslüman” adı, Yüce Allah tarafından belirlenmiştir. Ümmet de bu isimleri inancını tarif ve bu inanç içindeki konumunu ifade için yeterli bulmuştur. Ben de bu isimlendirmeleri yeterli buluyorum, ancak, bana İslamcı denilmesinden de hiç rahatsız olmadım. İslamcı olmamın ontolojik bir zorunluluk olduğunu yolculuğumun belli bir konağında anladım belki ama yolculuğumun başında beni yola revan eden çok değerli bir hikâyem var.

İlkokulu bitirdikten sonra eğitimime devam etme isteğimi anne - babam da destekledi. Ancak bir sorun vardı. Eğitime devam edebilmem için köyden ayrılmam gerekiyordu. İmam-Hatip okuluna kaydetmişlerdi. Böylece hem eğitimime devam edecektim hem dinimden diyanetimden uzak kalmamış olacaktım. 12 yaşındayım. Bu ayrılıkta en çok anneciğim zorlanıyor. Bir yandan da nasihat ediyor: “oğlum, birileri size sağcı mısın, solcu musun diye sorsa, deki, ne sağcıyım, ne solcuyum.” Can kulağıyla dinliyorum. Peki, neci olduğumu söyleyeyim. Annem onun da cevabını hemencecik verdi “deki, hiçbir şey değilim.”

Sağ-Sol çatışmasının şiddetlendiği 79 yılıydı. Oğlunu tehlikelerden de korumak istiyordu anneciğim.

Ne sağcıyım, ne solcuyum formülü iyiydi ama “hiçbir şey değilim” cevabı pek içime sinmemişti.

80 darbesinin henüz ilk aylarıydı. Bir sabah okula giderken okul civarındaki bütün duvarlara kocaman harflerle “Hak Yol İslam” “İslam Gelecek Vahşet Bitecek” “Ne Sağcıyız Ne Solcuyuz İslamcıyız” sloganları yazılmıştı. Lisedeki “abilerimiz” yazmıştı. İki – üç kişi tutuklandı, bir yıla yakın sıkıyönetim cezaevinde yargılandılar, sonra bırakıldılar. Ne sağcıyız ne solcuyuz sloganının sonundaki “İslamcıyız” cümlesi kafamda şimşek gibi çakmıştı. Evet, Sağcı veya Solcu olmadığıma göre ben bir İslamcıyım.

Takip eden süreçte hep bu İslamcı damarı takip ettik ve sonunda Kur’an’a ulaştık.

Köyden kente göç eden toplum kesimleri veya eğitim amacıyla köyünden kasabasından ayrılan gençler; cehaletin, geri kalmışlığın, gelir dağılımındaki adaletsizliğin, sistemin baskıcı, otoriter ve asimilasyoncu yapısının boyutlarını fark ettikçe tüm bunların faturasını yine sisteme keserek muhalif bir kampta yer aldılar. Sözünü ettiğim bu insanların lümpen olacak hali yoktu, ya Solcu olacaktı, ya İslamcı… Çok şükür payımıza İslamcılık düştü. Yola böyle revan olduk, rehbersiz, pusulasız…

Bu isimlendirme bile tek başına zihin dünyamızda çok büyük çağrışımlar yapmaya yetiyordu. Kendimizden başlayarak tüm yeryüzünü İslami referanslar çerçevesinde değiştirecektik, İslam ile insan arasındaki bütün engelleri ortadan kaldıracaktık. Bu ideallerimiz sebebiyle toplumdan büyük oranda kopmuştuk. Onlar karşılaşırken selamlaşıyorlardı, biz ayrılırken de “selamünaleyküm” diyorduk. Onlar Diyanet takvimine göre oruca başlayıp bitiriyorlardı, biz rü’yeti hilali gözlüyor, ayın farklı bir günde görülmesini can-ı gönülden istiyorduk. Onlar bize hangi isim veya sıfatı layık görürse görsün biz onların miskinliği, pejmürdeliği,  tembelliği ve hurafeciliği ile aramıza kalın duvarlar örmek istiyorduk.

Geriye bakıp anakronik bir yaklaşımla bu tavırlar tahfif edilebilir, eleştirilebilir belki ama bu bir arayışın, sancının, idealin oluşturduğu saygın bir tavırdı. Bu tavrın temel sebebi “Müslümanlar niçin bu haldedir” sorusuna cevap bulma arayışından kaynaklanıyordu.

Temel referans kaynağı olarak Kur’an ile hayat arasında bağ kurma çabası ve süreci canlı ve devingen bir süreçtir. Bu bizatihi Kur’an’ın evrensel bir kitap olmasından kaynaklanmaktadır. Kur’an hayata her an müdahale eden evrensel bir kitapsa o halde kitabımızdaki buyruklarla içinde yaşadığımız çağa ve hayatımızı kuşatan olgulara cevap verme arayışımız bir tercih değil, Müslüman olmanın tabii sonucu ve gereğidir. Temel sabitelere ve referans kaynaklarına bağlı kalmak kaydıyla tarihsel ve toplumsal durumların değişimine paralel tutum değişikliklerinin yaşanması doğal, hatta olması gerekendir. Dini hayat en temelde gökten inen ilahi vahiy ile yeryüzünde beşere ait değişen, dönüşen, farklılaşan hayat arasında bağ kurarak hayatı dinin temel değerleri ile buluşturmaktır. Fıkıh ve içtihat tam olarak bunun için vardır.

Şu anda nerede durduğumu ekleyerek yazıyı noktalamak istiyorum. 6 yaşında başladığım elifbamı kafamın üzerine almış bütün içtenliğimle “Rabbi yessir, we la tuassir, sehhilaleynabifadlike ya muyessir. Rabbi zidni ilmen wefehmen, wetemmimlenabi’lhayr” duasını okuyorum.

 

1- “Hani rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti.” 2/Bakara-30

2- “Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar.” 2/Bakara-286

3- “Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir.” 33/Ahzab-72

4- “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.” 67/Mülk-2

5- Dr. Abdulkadir Turan / İslamdüşüncesi.org.tr / Dosya: İslami Hareket