Yani insanlar ve yöneticiler vahye olan misaklarını unutup arkalarına atarlarsa; kendilerine verilen nimetlerin, yani zenginlik ve refahın, sağlık ve üstünlüğün kendi bilgilerinin ve güçlerinin eseri olduğu sanısı içinde Allah’ın iradesine başkaldırırlarsa cezaya uğramaları kaçınılmazdır. Bu hal dünya hayatında da görülür ahirette de görülür.
“Onun / İnsanın önünden ve arkasından izleyenleri (muakkibat) [yani fıtri ve ahlaki koruyucu değerler] vardır, onu Allah’ın emriyle gözetip-korumaktadır. Gerçekten Allah, kendi nefislerinde / özlerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip, bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiçbir [biçimde imkan] yoktur; onlar için O’ndan başka bir veli de yoktur.” (13/11)
Firavun ve yakınları kibir ve ululanmaları ve yaptıkları zulümler sonucu suda boğulup saltanat ve iktidarlarına Rabbimiz son vermişti. Yine Musa (a) yerleşme imkanını gözlemlemesi için kavminden 12 nakib göndermişti ve “Allah onlara şöyle demişti: Ben sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru kılar, zekatı verir, resullerime inanır, onları desteklerseniz ve Allah’a güzel borç verirseniz andolsun ki sizin günahlarınızı örterim…” (5/12) Bu kıssa Maide suresinde işlenir. Yine Musa (a) bu nakiblere şöyle seslendi: “Ey kavmim! Allah’ın size yazdığı arz-ı mukaddes toprağına girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz.” (5/21) Nakiblerin ekseriyeti orada yaşayanlardan korkup Musa (a)’a “Ey Musa onlar orada bulundukça, biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidip savaşın. Biz burada oturacağız.” (5/24) demişlerdi. Bunun üzerine Rabbimiz o beldede yaşamayı 40 yıl boyunca (5/26) onlara yasaklamıştı!
Yine Rabbimizin Resuller aracılığı ile onlara yol gösterecek vahiy nimetini ve “arz-ı mukaddes” olarak belirttiği Kenan ve Filistin topraklarında daha Süleyman Mescidi yapılmadan yaşama imkanı vermesine rağmen Rabbimizim vahiy nimetini unuttular veya vahyi ifadeleri yani “kelimeleri yerlerinden değiştirmeye” (5/13) kalktılar. Ve “arz-ı mukaddes”de barınma imkanı bulmalarını kendilerinden sanıp müstağnileştikleri, ırki üstünlükler kurguladıkları yani azgınlaştıkları için “merrateyn”e (9/126) yani iki defa helaka uğramadılar veya bir kere daha uğramayacaklar…
Allah “Günleri insanlar arasında döndürüyor..” (3/140). Müslümanların Haçlılara karşı elde ettiği son toplumsal güç Belgrat’tan Bağdat’a; Cezayir’den, Kudüs’e, Kahire’ye; Yemen’den Kırım’a kadar Osmanlı devletiydi. Ancak Rabbimizin Osmanlı yöneticilerine verdiği zafer ve nimetler karşısında şükretmek, vahyi hükümleri uygulamak ve adaleti yaygınlaştırmak yerine ciddi ahlaki zaaflar yaşandı. Bu zaaf ve inhiraf halleri Koçi Bey, Katip Çelebi, Mustafa Naima gibi devlet adamlarının lahiyalarında yer aldı. Kanuni Sultan Süleyman döneminden başlamak üzere devam eden adam kayırmacılığın, rüşvetin, liyakatsızlığın, israfın ve malayani eğlencelerin sonu alınamadı.
Yıldırım Beyazıt döneminde başlayan siyaseten kardeş katli, III. Mehmet sonrasında da kardeşlerin kafeste ölüm korkusuyla süren hayatları; Padişahın özel kuvvetleri gibi Bektaşi dergâhının kontrolündeki Fatih ve Kanuni dönemlerinde 8 ile 10 bin arasında değişen sonra 20-30 bin sayısına ve daha fazlasına çıkan gayr-ı müslim çocuklardan devşirilen daha sonra İstanbul’un içinde esnafın işine-dükkanına çöken, kahvehaneler açan, ikide bir istemedikleri paşalara hatta padişahlara karşı kazan kaldıran ve çoğu kere savaşa gitmeyen Yeniçeri Ocağı; II. Selim’le beraber toprak ve vergi sisteminde yaşanan adaletsizlikler ve kadılık sistemi eğitimine kabul edilme ve atanma şartlarında gündemleşen yaygın rüşvet mekanizmasına tepki olarak başlayan Celali isyanları; Kalemiyeden Hırvat kökenli Gelibolulu Mustafa Ali’nin 16. Yüzyılın sonlarında devlet ricali için yazdığı kurallar kitabında içki içme adabını açıklayıp öğretmeye çalışması; Harem safahatı içinde sık sık cariyelerin bebeklerinin öldürülmesi gibi zulüm ve seyyieler Osmanlı yönetimini de halkını da zaman içinde vahiy nimetinden, toplumsal güven ve dirlikten uzaklaştırmıştır.
İsrafın ve malayani eğlencelerin örneği Lale Devridir. 1718 Pasarofça Anlaşmasıyla Balkanlarda birçok yer kaybeden III. Ahmed, savaş yorgunu bir psikolojiyle 28 Çelebi Mehmed’i Avrupalı yaşam tarzını gözlemlemesi amacıyla Fransa’ya yollamıştır; Çelebi Mehmed’in bir yıllık gözlem sürecinde Fransız saltanatının hayat tarzıyla ilgili rapora göre de Lale devri müptezelliği başlatılmıştır.
150 bin kişilik Osmanlı Ordusu, iç zaafları nedeniyle 18 bin kişilik II. Katerina Ordusuna karşı Kuzey Balkanlardaki Kartal Ovası’ında 2-3 saat içinde ağır bir yenilgiye uğramasından sonra askeri eğitim ve teçhizat bakımından Avrupa’ya muhtaç olduğumuz hükmüne varılıp ilk planda daru’l İslam’a getirilen 2. ve 3. sınıf Fransız subaylarına eğitim ve öğrenim için askeri kışlalar açılmıştır. Avrupalı bu subaylar kendilerine tahsis edilen köşklerde Osmanlı devlet ricalini Avrupa yaşam tarzının lük ve fahşa tarzına alıştırmaya başlamışlardır.
Navarin’de Osmanlı donanması Rus, İngiliz ve Fransızlar donanması tarafından yakılmış, sonra da Mora Yarımadası Rumlara kaybedilmiştir. Kavalalı Mehmet Ali Paşa ordusu Osmanlı ordusunu yene yene Filistin, Halep, Adana, Konya ve Kütahya’ya kadar gelince ve İstanbul’u da kaybetme tehlikesi yaşanınca Mısır ordusuna karşı Hünkar İskelesi Antlaşmasıyla 30 bin Rus askerini Beykoz’a, Rus Donanmasını da Büyükdere Limanına davet eden II. Mahmut; Balta Liman’ı Antlaşmasıyla da muhtaç düştükleri İngilizlere birçok tavizler vermiş ve peşinden de Osmanlı sekülerleşmesine adım atıldığı Tanzimat Fermanı ilan edilmiştir.
Aynı II. Mahmut aymaz ve serseri bir güruha dönüşen Yeniçeri Ocağını kapatacağım derken, giyim tarzı Avrupalı askerlere benzeyen Asakir-i Mansure-i Muhammediye’yi kurmuştur. İlmiye sınıfı dışında tüm devlet ricaline sarık ve şalvar, sakal yasaklanmış; Fes ve pantolon giyme mecburiyeti getirilmiştir. Düşkünlük ve mağlubiyetlerimizin, Allah’ın verdiği vahiy ve güç nimetinden uzaklaşmamızın fıtri ve İslami nedenleri üzerine tefekkür edip müzakere edecekleri yerde ya Nizam-ı Cedid çabaları yani Avrupalılaşma yarışı içinde olunmuş, ya da kör bir taklitçilik içinde zaaflarla mâlül Nizam-ı Kadim savunulmuştur. Taşrada Avrupaî hayat tarzıyla karşılaşmayan Müslüman insanlarımız ise bildikleri İslam’la ve fıtri ahlaklarını koruyarak İslam’dan yana aidiyetlerini devam ettirebilmişlerdir.
Ayrıca dönemin gazetelerinde yer alan haberlere göre II. Mahmud Fransız, İngiliz ve Rus sefirlerini saraya davet etmiş ve Harem mensubu kadınlarla danslar edilmiştir.
Sultan Abdülmecid ise Avrupalı konser gruplarını saraya davet etmekte, Fransız Elçiliği’ndeki balolara katılmaktaydı. O, sarayda hanımlara özgü Avrupai görünümlü saray orkestrası oluşturmuştur. Yine Avrupa hayranı Abdülmecid bale, opera gösterilerinin de yapıldığı localı Naum Tiyatrosunu kurdurtur. Bu tür eğlence mekanlarına Saray ve Paşa hanımlarından, kızlarından oluşan yeni “alafranga” kuşak da zaman içinde gitmeye başlar. II. Selim döneminde Harbiye eğitiminde öğretilmeye başlayan Fransızca, Osmanlı yeni alafranga ailelere ve çocuklarına da mürebbiyelerce öğretilmeye başlanır. Ümmet acılar içindeyken padişah ve paşaları saraylar, köşkler, kasırlar yaptırma müsrifliği içindedirler.
Sultan Abdülaziz ise veliaht V. Murad ve Şehzade II. Abdülhamid’inde içinde bulunduğu bir heyetle birlikte Fransa’ya gider. III. Napolyon tarafından tahsis edilen bir sarayda ağırlanır. Dolmabahçe Sarayı’nın ön tarafına bale etkinliklerinin de yapıldığı 300 kişilik Saray Tiyatrosu’nu inşa ettirir.
Ve bu süreçte Fransızca öğrenen Osmanlı alafranga ailelerin çocukları olan Genç Osmanlılar, sonra Jön Türkler Batı medeniyetini öğrenmek üzere Batı Avrupa’ya giderler. 19. yüzyıldan itibaren “alafranga” ismiyle Avrupalı kıyafetler Osmanlı’da yaygınlaşmaya başlar. İçinde kumar da oynanmaya başlanan kahvehanelerden sonra, gayr-ı Müslimlerin işlettiği meyhanelere 19. yüzyılın sonlarına doğru Müslüman kesimden de gitmeye başlayanlar olur. Tanzimat’tan sonra gayr-ı Müslimlerin gittiği gazinolara Yeni Osmanlılardan da ve halktan da fazla parası olan insanlar müdahil olur. Herkes bilir ki Müslüman tebadan fazla parası olanlar ya mirasyedidir ya da rüşvet yedi.
Oryantalistlerin teşvik ettiği Avrupalılar için oteller yapılmaya başlanır ki buradaki eğlencelere katılma özlemi alafranga kız, erkek Genç Osmanlılar ve Jön Türkler arasına yaygınlaşır. Pera Palas, Tokatlıyan Otellerinde yapılan içkili, müzikli, kadınlı pahalı balolar yerine, daha ekonomik “balozlar” yani bir nevi tavernalar yaygınlaşır. 19. yüzyılın ikinci yarısında meyhane ve genelev karışımı “koltuk” denilen evler çoğalır. Mithat Paşa’dan itibaren o dönem romancılarının konuları bu batakhaneler ve alafranga hayat tarzıdır. II. Abdülhamid döneminde şikayet üzerine kapatılan bazı batakhaneler çamura atılmış birer taş gibi pislik ve çirkefler etrafa sıçratmaya başlar ve taşra illerine uzanmaya başlar. Ve gazino yaşantısı, kadın-erkek maskeli balo uygulamaları İstanbul’un peşi sıra Selanik’ten İzmir’e, Kahire’den Kudüs’e kadar icra alanı bulur.
Anlaşılacağı üzere bu müfsid alışkanlıklar ve hayat tarzı müslim ve gayri müslim halkın Avrupa’ya özenmesinden önce devlet ricalinin, padişahların, paşa konaklarının ve haremin Frenkleşmesiyle başlamış; modern eğitim alsın diye açılan yüksek okul mezunları da ifsad içindeki saray ricalinin yolunu takip etmiştir. Yani balık baştan kokmuş, çürümenin yayılmasında Payitaht önü çekmiştir.
Sıratımustakim ve Sebilürreşad’da bu tür ifsad, çözülme ve rezaletlere değinilirken, Kahire’de çıkan el-Menar dergisi ve yazı heyetinden 1908’de yazılan bir mektupla ciddi bir ricada bulunulmuştur. El-Menar dergisinde de yayınlanan bu mektuba göre İstanbul’da Avrupa hayranı hayat tarzı her geçen gün yaygınlaşırken muslihun eğilimli insanların evlerine ve mekânlarına baskınlar yapılıp ilmi eserlere ve neşriyata el konulmakta ve hamam külhanlarında yani ocaklarında ateşe verilmektedir. Kendilerine el-Menar’ın tüm sayılarının ve ıslah çabalarına katkı sağlayacak olan kitapların bir yolunun bulup gönderilmesi istenmektedir.
Osmanlı devletinin dağılma sürecinde zaaflarla dolu Kanun-u Kadimi savunmaktan başka bir becerisi olmayan ilmiye sınıfı içinden tahkik ve tefekkürü bırakmayan ve İslami alt yapı eğitimi almış ulu’l el-bab arasından sadece her türlü emperyalist işgale ve yayılmaya karşı ıslah ve yeniden ihya mücadelesini yüklenen iki öbek temayüz etmiştir. Birincisi Kur’an ve Sünnet merkezli iman ve amel alanında yeniden bilinçlenme hedefini ortaya koyan Sıratımustakim ve Sebilürreşad mecmualarını çıkartanlar; ikincisi Hanefi mezhebi içinde yeniden diriliş ve ıslahı hedefleyen Beyanülhak mecmuası çevresi. 1910 yılında bir yıl İstanbul’da kalan ıslah öncülerimizden M. Reşid Rıza’nın İstanbul’da açılması için teklif ettiği ıslah ve inşa medresesi gerek Payitahtın gerek İttihad-ı Terakki merkezinin oyalamaları ve ders müfredatına karışmak istemeleri sonucunda gerçekleşemedi. Sebilürreşad’ın yayını da, zaten II. Mahmud döneminde başlayan Batılılaşma özentisini Türkiye kurulurken Garplılaşma devrimine çeviren Atatürkçü kadro tarafından yasaklandı, İslami uyanışın önüne barikatlar konuldu.
Ümmetten yeni bir Türk ulusu yaratmak isteyen Türkçü İttihad-ı Terakki kadrosundan Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Mustafa Kemal Paşa 1917-1918 yıllarında Sina, Gazze, Kudüs, Halep komutanları oldukları halde Irak’taki Kuttul Ammare’de İngilizleri “ya ölüm ya şahadet” şiarı içinde mücadele verip mağlup eden Fahrettin Paşa’nın aksine cepheyi kolaylıkla İngilizlere terk edip yeni ve seküler bir Türk ulusu kurma hedefi peşinden koştular.
Rabbimizin “Musa’nın kavmi içinden hakka yönelten ve onunla adalet yapan bir ümmet vardır” (7/159) dediği gibi Türkiye’de de, Cezayir’de de, Mısır’da da, Filistin ve Gazze’de de, Suriye’de de Batılılaşmaya ve emperyalizme karşı İslami ihyayı, ıslahı, inşayı ve direnişi önceleyen vahiy nimetine sahip çıkan dava adamları, sahih iman ve salih amel istikametindeki İslami direniş sürecindeki musalliler, zekatı verenler ve Resulullah’ın vahyi şahidleştirme örneğindeki niteliğe bağlı İslami mücadele kadroları da vardır.
Sünnetullahın gereklerini veya Seyyid Kutub’un merhaleci mücadele olarak işlediği içtihadi stratejiyi 50-60 yıllık mücadele geçmişimizde en iyi kavrayıp uygulayan ve tüm imkânsızlıklar içinde küresel Batı hegemonyasına, hayat tarzına ve dev teknolojik aygıtlarına karşı teslim olmayan, cihad için gücü yettiği kadarıyla kuvvet toplayıp mücadeleyi yükselten, ıslah ve ihya tohumundan başak veren mücadele, Hamas ve askeri birimi el-Kassam’ın mücadelesi tüm ümmete yeni ufuklar açmıştır. Şimdi de aynı sudan ve ıslah ekininden beslenen İdlip merkezli direnişçilerimiz Gazze’deki “ya şehadet ya istiklal” şiarıyla zalimlerin, fasıkların ve kafirlerin işgal ettikleri toprakları ve Haleb’i özgürleştirme mücadelesini gerçekleştiriyorlar. Rabbimiz yardımcıları olsun.
Bizlerin imanı sahih temellere dayandıkça, bizi her türlü fahşadan uzaklaştıracak olan namazımızda ihlaslı olundukça ve ortak aklın, istişarenin, şuranın ve mümince dayanışmanın elini tuttukça inşallah felah yolu hepimiz için de aydınlanacaktır.
Küresel egemenler İslami bütünü Ilımlı İslam, Post-İslam veya tarihselcilik ve İslami modernizm söylemlerinin taaruzu sonucu karşıtıyla barıştırmak ve sentez kimlikleri çoğaltmak istiyorlar. Modern tüketim, iletişim teknolojisi ve haz çağında İslamcılığın veya İslami mücadelenin bittiği iddiası ve saptırmalarına rağmen bölgemizde de dünyada da temel belirleyen gündem, İslami uyanış ve İslami mücadeledir. Gazze direnişi gibi iyi tanıtıldığında dünyada fıtratının sesini dinleyen; adalet ve fıtri özgürlük peşinde olan herkesin gündemini tevhid, adalet ve özgürlük mücadelemizin doldurabileceği Batının en seçkin üniversitelerinde gerçekleşen “Filistin’e Özgürlük” gösterileri ile açığa çıkmıştır.
Artık ne alaturka ne alafranga özentisine dayanan kurtuluş reçeteleri aramaya gerek yok. Yeter ki fıtratla ve vahiyle barışılsın ve buluşulabilsin. Sonraki felah yolu yeniden İslami inşamız için Kur’anî talim, Resulullah (s)’in Sünnetini günümüz şartlarında yeniden sosyalleştirebilmek, salih amellere koyulmaktır. Zaten Rabbimiz Enbiya sûresinde “Kitabta da Zeburda da yeryüzüne salih kullarım varisçi olacak demiyor mu?” (21/105) Allah salih müminlerin yolunu açsın, onları hakka yönelen ve onunla adalet yapan bir ümmet örnekliğine ulaştırsın.