Bazen üzerinde fırtınalar kopartılan meselelerin bir incir çekirdeğini doldurmadığını anlamak için arkasında ne olduğuna bakmak gerekiyor. Hem fırtınaya hem de fırtınayı koparanlara.
Engin denizlerdeki fırtınalar tehlikelidir; dar alandakiler ise -bir de ortalık çerden çöpten geçilmiyorsa- sadece ortalığı göz gözü göremez hale getirir. Ne bir bardak suda fırtınalar koparmak ne de bir bardak suda boğulmak marifet. "Ne mutlu Türk'üm diyene!" sözü tam da böyle bir söz. Acaba arkasında ne var?
ZORLA MUTLULUK OLUR MU?
"Mutluluğu arama hakkı" en temel insan haklarından biri. O zaman "Türk'üm" demekten mutlu olan birine saygı duymamız lâzım. Aynı şekilde, bir başka ülkede pasaport işlemleri sırasında Türk olduğunu söylemekten mutsuz olan birine de aynı saygıyı göstermemiz gerekir. "Türk olmak" ile "Türk'üm demek" arasındaki farkı gözden kaçırmayalım. İnsanın etnik kökeni, onun tercihi değil; tıpkı cinsiyeti gibi. Bir insanın cinsiyetinden memnun veya şikâyetçi olması ile etnik kökenine karşı durumu arasında bir fark yok. Etnik kökenini bir üstünlük sebebi olarak görmek en kestirme yoldan ırkçılık demek. Demek ki "Türk olmak" değil "Türk'üm demek" mutluluk vesilesi olarak kabul edilebilir. Bu mutluluk ise iki halde mümkün. Birincisi etnik kökeninden mutlu olanlar; ikincisi ise etnik aidiyetin ötesinde adı Türk olan bir milletin mensubu olmaktan mutluluk duyanlar. Kısaca bu söz millete mensubiyet şuurunu, insanın kendisini en iyi hissettiği bireysel bir duygu olan mutlulukla ifade ediyor. Bireyin duygu dünyasına Türk milletine aidiyet duygusunu yerleştirmeye yönelik bir teşvik, yumuşak ve içsel bir özendirme var bu sözde. Asimilasyondan ziyade, gönüllü bir mensubiyeti teşvik eden bir entegrasyon sloganı.
Sorun, bu sözün bir mecburiyete dönüştürülmesinden çıkıyor. Türk etnik kökeninden gelip de Türk'üm demek zorunda kalmaktan mutlu olmayanlara; farklı etnik kökenden gelip de bu sözdeki aidiyet duygusuna mesafeli duranlara ne diyeceksiniz? Zorla mutluluk olur mu? Bir görev, bir sorumluluk veya bağlılık gibi toplumsal veya siyasal bir tutum veya durumdan değil, doğrudan insanın bireysel duygu dünyasında biçimlenen mutluluktan bahsediyoruz.
Ernest Renan (1823-1892), ülkemizdeki millet ve milliyetçilik fikrinin ve tartışmalarının en önemli ismidir. Onun 1882'de yayımlanan bir broşür hacmindeki "Bir Millet Nedir?" isimli kitabı, Cumhuriyet döneminin resmî millet kuramının temel kaynağıdır. Renan'ın etkisi, Cemaleddin Efgani üzerinden İslâmcı düşünceye de girmiştir. Her Müslüman toplumun önce kendi milliyet bilincini geliştirmesi ile İslâm dünyasının ayağa kalkabileceği şeklindeki düşünce, Renan'la tanışan ve tartışan Efgani'ye aittir. II. Meşrutiyet döneminde Sırat-ı Müstakîm dergisinde Mehmet Akif, Efgani'nin bu görüşü savunan makalesini "Vahdet-i cinsiye (kavimlerin birliği) felsefesi" başlığı ile yayınlamış ve bu görüş çok taraftar bulmuştur. Cumhuriyet'e giderken Türk etnik kökeninden gelmeyen çok sayıda Türkçünün mevcudiyetinin arkasında bu yaklaşım vardır.
Atatürk'ün Afet İnan'a dikte ettirdiği Medenî Bilgiler'de yer alan millet tanımı da Renan'ın bu kitabından alınmadır. Bu kitapta yer alan bu tanıma göre "a) Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan, b) Birlikte yaşamak hususunda ortak arzu ve bunu kabulde samimî olan, c) Ve sahip olunan mirasın korunmasına birlikte devam hususunda istek ve dilekleri ortak olan insanların birleşmesinden oluşan topluma millet adı verilir." Bu tanıma milliyetçilik araştırmalarında "iradî" veya "öznel" (subjektif) millet tanımı denmektedir. Cumhuriyet'in ulus-devletinin üzerine inşa edildiği millet tanımı budur. "Ne mutlu Türk'üm diyene" sözü de bu "orta arzu"ya dayanan milleti teşvik etmek için icat edilmiştir, herkesi Türk olmaya zorlamak için değil. Demek ki, zengin bir geçmiş, samimî bir birlikte yaşama arzusu ve geçmişi geleceğe taşıyan ortak bir irade olmadan bir milletten söz edilemez. Elimizde hepsi var mı?
Renan, millete mensup olmayı "her gün tekrarlanan bir halk oylaması"na benzetir. Çünkü millet olmanın sürekli bir onamaya ihtiyacı vardır. Zaman, bazen bu "ortak irade"yi yıpratır; bazen araya ayrılıklar girer. Milliyetçiliğin üstlendiği görev, bu halk oylamasında en yüksek onaya ulaşmaktır. Ülke içinde düşman yaratan, toplumu bölen, millet olma iradesini örseleyen her şey, kullanacağınız her araç milliyetçiliğe aykırıdır. "Ne mutlu Türk'üm diyene" sözü, şayet "ortak arzu"yu zayıflatıyorsa, bu söz de dahil. "Ne mutlu Türk'üm diyene" sözünün yazılacağı yer dağlar taşlar değil, insanların zihni ve gönlü olmalıydı. Bu sözü bir cebir ve tehdit unsuruna dönüştürdüğünüz zaman "birlikte yaşama iradesi" sizin elinizle sona erdirilmiş demektir.
POPÜLER MİLLİYETÇİLİK MİLLETE ZARAR VERİR
"Demokratikleşme açılımı" kendiliğinden bir milliyetçilik tartışmasına dönüşüyor. Milleti yaşatma arzu ve iradesine bağlı milliyetçiliğin tam tersi olan popüler milliyetçilik yükseliyor. Popüler milliyetçilik, toplumsal varoluşun bir yansıması olarak şekillenir. Ortak bireysel sorunlar, öfke, nefret ve düşmanlık bu milliyetçiliğin muharrik gücünü oluşturur. Bu milliyetçilik türü "başkasından nefret etmek"le kendini ifade ettiği için, farklılıkları uzlaştırarak bir millet halinde yaşama iradesine zarar verir. Serseri mayın gibi, millî varlık için bir tehdit oluşturur.
Alın size basit bir ölçü: "Ne mutlu Türk'üm diyene" sözü ne için söylenmişti? Bir milleti ortaya çıkartmak için değil mi? Bugün ne işe yarıyor? Güneydoğu'nun dağlarında taşlarında duran bu söz, onu gören insanları mutlu ediyor mu? Millet, böyle mi yaşatılır? Bu sözü bir ölçü olarak kullanmak neye hizmet edecek: Ortalığa düşmanlık saçarak egosunu şişirenlere mi; millî değerlere mi? "Demokratikleşme açılımı"nı Renan'ın işaret ettiği "millete mensubiyeti ölçen bir halk oylaması" gibi görmeliyiz. Hepimizin görevi, bu halk oylaması sonucunda en yüksek onaya ulaşmak olmalı. Söylediğimiz her söz ortak onaya hizmet etmeli.
ZAMAN