Memleketimden Nâzım Hikmet Manzaraları
Türkiye’de ara sıra bir Nâzım Hikmet rüzgârı eser.
Konuşmalar, toplantılar yapılır. Kampanyalar başlatılır. Şairin memleketini çok sevdiğinden, İstanbul’a özlem içinde öldüğünden, Anadolu’da bir “ceviz ağacı” dibinde mezarının bulunmasını çok arzu ettiğinden dem vurulur. Nâzım’ın mezarını Türkiye’ye getirmek ve “onun ruhundan özür dilemek” zorunda olduğumuz tekrarlanır.
Ölümünden sonra adı etrafında oluşturulan efsanenin ve “Nâzım’la bir gün herhangi bir yerde bir çay içmiş olmanın” sağladığı ideolojik ranttan kaynaklanan rivayetlerin onun kişisel tarihini gölgelediği; hatta kimi noktalarda kararttığı söylenebilir.
Nâzım Hikmet; 1900’lerin ilk yıllarında doğmuş ve yarım eğitimli, yarım umutlu, gururları kırılmış, savaş acılarına ve sefaletlere bir şekilde tanık olmuş çocuklardan biridir. Kurtuluş reçetesi olabilir umuduyla üretilmiş birçok düşüncenin iktidar savaşında zihinleri fazlasıyla karışmış kişilerdendir. Akranlarıyla arasındaki en önemli fark beyaz Türk oluşu ve yoksulluğun yığıp biriktirdiği acılarla pek tanışmadan büyümüş olmasıdır.
Dedesi çeşitli şehirlerde valilik yapmış bir Mevlevî’dir. Babası Hikmet Bey, İttihat ve Terakki döneminde Matbuat Müdürlüğü ve Başşehbenderlik yapmıştır. Annesinin büyük babası Mustafa Celaleddin Paşa, Gagavuzlara mensup Borjenski soyadlı Polonyalı bir Türkolog, mühendis ve topograftır. İstanbul’a gelerek Müslüman olmuş ve Ömer Paşa’nın kızı Saffet Hanım’la evlenmiştir. Annesinin babası Enver Paşa dilbilimcidir. Annesi Celile Hanım ressamdır.
Ali Fuat Cebesoy, annesinin teyzesinin oğlu, Mehmet Ali Aybar, annesinin teyzesinin torunu, Samih Rifat da eniştesidir.
Nâzım Hikmet; Galatasaray Lisesi’nin hazırlık sınıfında, Nişantaşı Sultani’sinde, Bahriye Mektebi’nde okumuş, Hamidiye Kruvazörü’ne stajyer subay olarak atanmış ve yaklaşık iki yıllık subaylık hizmetinin ardından sağlık nedeniyle askerlikten çürüğe çıkmıştır.1
Kurulu düzenin içinde dönenen bir ailenin çocuğu olan Nâzım, Mütareke İstanbul’unun işgal psikolojisi içinde, önceleri milliyetçi görüşlere yönelir. Anne ve babasının boşanmasıyla evin dışına savrulan Nâzım, bir ara derbeder bir yaşantı sürecek; ileride önemli devlet adamı ve sanatçı olarak tanınacak kişilerin arasında seyyar bir üniversite olarak tanımlanan bir muhitte bohem tiplere takılacaktır. Bir yandan da kadından, aşktan, tasavvuftan söz eden şiirleri bırakarak “O günden beri Türk’ün malı İstanbul / Türk’ün olmazsa yıkılmalı İstanbul” gibi dizeler içeren şiirler yazacaktır. İşte bu sıralarda Anadolu’ya cephane kaçıran bir örgütün yardımıyla Vâlâ Nureddin’le birlikte Anadolu’ya geçer Nâzım.
Zonguldak’a uğradıktan sonra, Anadolu’ya geçişlerde bir tür “süzgeç kapı” olarak kullanılan İnebolu’da, bu iki arkadaş, hayatlarının bundan sonraki akışını belirleyecek düşünce ve ideallerle tanışırlar. Bu iki arkadaşa, komünizmi ilk aşılayan kişi Spartakist Sadık Ahi’dir. Canları sıkıldıkça, İnebolu’daki Spartakistlerle konuşmaya daha doğrusu onları dinlemeye başlarlar. Yıllar sonra kısaca Vâ-Nû diye tanınacak olan ve Bu Dünyadan Nâzım Geçti adlı bir kitap da yazan Vâlâ Nureddin, o günlerde içinde bulundukları durumu ve düşünsel yetersizliklerini şu cümlelerle aktarmaktadır:
“ … Karl Marx’tan söz açıyorlardı. Engels’ten, Kautzsky’den söz açıyorlardı. Biz hiçbirini tanımıyorduk. İsimlerini bile duymamıştık. Biz âhi şeyhinden esrar kapmak merakına düşmüştük. O, Roma tarihindeki âsi esir proleteri anlatıyordu. Hiç duymamıştık. Proletaryayı anlatıyordu. Hiç duymamıştık. Dünyada iki sınıf olduğunu anlatıyordu. Hiç farkına varmamıştık. İnançlarımızda büyük bir deprem oluyordu. Manevi bir sarsıntı geçiriyorduk. İki kutup arasında bocalamaktaydık. Spartakistlerin aşıladığı sosyalist fikirler ve o güne kadar kişiliğimizi yoğurmuş bulunan milliyetçi fikirler arasında… Ve ister istemez bu iki ayrı kutuptaki grupların etkisinde kalıyorduk. Kısacası, İnebolu’da geçirdiğimiz günler süresince, şoven milliyetçilik geleneğine bağlılıkla, henüz pek esrarengiz, pek muammalı olan komünistlik anlayışı bizde çatıştı, çarpıştı durdu.”2
İnebolu’da bir süre bekletilen bu iki arkadaşa en sonunda Ankara’ya giriş izni verilir. Üstelik Halide Edip’in ve Doktor Adnan Bey’in gayretiyle kendilerine harcırah bile gönderilir. İki şair, Kastamonu ve Çankırı üzerinden Ankara’ya gelirler.
Nâzım Hikmet ve Mustafa Kemal
Düşünsel çatışma ve sorgulama, yolculuk boyunca sürmüştür. Bu iki genç, aynı zamanda, Anadolu’daki perişanlık ve sefaleti de ilk kez yakından görme fırsatı bulmuşlardır.
Ankara’da da ciddi bir karışıklık vardır; içten içe sürdürülen ayak oyunları ve liderlik tartışmaları yaşanmaktadır bu sıralarda. Mustafa Kemal henüz tek adam olamamıştır. Onun liderliğini benimsemeyenler, yerine hamiyeti ve kahramanlıklarıyla daha büyük bir şöhrete sahip olan Kâzım Karabekir’in geçmesini istemekte ve bu düşüncelerini de açıkça dile getirmektedirler. Mustafa Kemal, bunu görmekte, ağırlığını koymaya çalışmaktadır. Nâzım, durduk yerde düzenlenen bir geçit resmine tanık olur bir ara. Mustafa Kemal’in, ihtişam içinde balkona çıkıp tek adam olarak boy göstermesini itici ve antidemokratik bulur.
Bu tanıklık, Nâzım’ın düşüncelerinde yer edecek ve ilerleyen günlerde onu daha fazla etkileyecektir. Spartakistlerden fazlasıyla etkilenen, yolculuk sırasında içler acısı bir Anadolu manzarasıyla karşılaşan Nâzım Hikmet; Mustafa Suphi ve 15 Türk komünistin öldürülmesi olayında da Ankara’yı suçlamaktan çekinmeyecek, Mustafa Kemal’den iyice soğuyacaktır.
Nâzım Hikmet’in, Mustafa Kemal’in çekim alanından hızla çıkmasında etkili olan bu tabloyu tamamlarken o günlerde yaşanan şu küçük hadiselere de değinmek yararlı olacaktır: Mustafa Kemal, kendisiyle tanıştırılan bu genç şairlere, bir edebiyat uzmanı havasına bürünerek, “gayesi olan şiir” yazma konusunda epeyce uzun bir nasihatte bulunur. Bu nasihatin hemen ardından “Hayat bir katakullidir” vecizesiyle tanınan geleceğin Maarif Vekili Necati Bey’in, genç şairlerden Mustafa Kemal’e hemen bir medhiye yazmalarını istemesi, önemli ailelerin çocukları olan, İstanbul’da yetişen ve büyük adamlarla düşüp kalkan bu gururlu gençleri abandone edecektir. Zorlu bir yolculuk sonunda Ankara’ya gelen, sosyal statülerine uygun önemli bir görev bekleyen genç şairler, Ankara’nın kendilerini umursamadığını, istemediğini düşünecek ve büyük bir hayal kırıklığı yaşayacaklardır. Nâzım, Mustafa Kemal’in, şiirle ilgili konuşmalarına, bu işleri burada en iyi bilen benim sanırım, görüşüyle mukabele etmiştir. Necati Bey’in arsız teklifine küfürle karşılık vermiş ve merkezin dışında durmanın daha hayırlı olacağını düşünerek ayrılmaya karar vermiştir. Öğretmenlik yapmak için Bolu’ya giden Nâzım, burada da sıkılacak ve yazdığı şiirlerle eşraftan da tepki görecektir. Bu sıralarda, savaşı kaybetme ihtimaline karşı Ankara başka bir şehre göçe hazırlanmaktadır ve artık Nâzım Hikmet, komünizmi kendi kaynağından ve kendi toprağında öğrenmeyi kafasına koymuş görünmektedir.
Nâzım Hikmet 1921’de Moskova’ya gidip Doğu Halkları Üniversitesi’ne girene kadar hâlâ milliyetçi bir şair sayılabilir. Cumhuriyet kurulduktan sonra 1924’te Türkiye’ye döner. Daha sonraları, uzaktan izlediği savaşın destanını da yazacaktır.
1925 yılında komünizm propagandasından 15 yıl hapse mahkûm olunca Rusya’ya birinci kaçış gerçekleşir. 1928’de tekrar döner. Aklanır.
Bu arada TKP’ye üye olan Nâzım’ın, ülke yönetimine ve Kemalizme bakışı zikzaklıdır; en azından pragmatiktir. Yeri gelmişken, henüz yirmili yaşlarının başlarında olan bu delikanlının son derece etkili olduğunu, önemsendiğini de belirtmek gerekmektedir. Nâzım’ın TKP kayıtlarına da geçen görüşleri ve yazdığı yazılar TKP’yi silkelemekte, birçok konuda ikirciklenmeye yol açmaktadır.3
Genç şair, Cumhuriyet Halk Fırkası’nı da yeri geldiğinde eleştirip aşağılamakta, yeri geldiğinde de kendi ideolojisine hizmet edecek kararlar almaları yönünde tahrik etmektedir. “Aydınlık” ve “Hür Adam”da çıkan yazılarında, bu tutumu açıkça görebilmekteyiz. Bu konuda okuyucuya bir fikir vermesi ve CHP’nin günümüzdeki politikalarıyla ne kadar örtüştüğünü de göstermesi açısından, 22 yaşındaki genç şairin Eylül 1924 tarihli Aydınlık’ta yayımlanan bir yazısından şu satırları aktaralım:
“… ‘Keşkül-ü fukara’ tatlısı dedim de aklıma Halk Fırkası geldi. Bu fırkanın da ismiyle cismi arasında hiçbir münasebet yoktur. ‘Halk’ şehir ve köylerdeki küçük mülkiyet sahiplerinin kitlesi demektir. Halbuki Halk Fırkası, takip ettiği içtimai ve iktisadi siyasetle bu fakir, küçük mülkiyetçileri temsil etmekten uzaktır. (…) Bademle, hindistan ceviziyle, şamfıstığıyla, sütle, şekerle yapılan ‘keşkül-ü fukara’ tatlısı ne kadar bir fakirin keşkülüne benzerse, Halk Fırkası da işte o kadar halkın fırkasıdır.”
O dönemde çeşitli yayın organlarında yayımlanan yazılarına baktığımızda, Nâzım Hikmet’in, Kemalizmi demokratik burjuva inkılabı için sadece bir adım olarak gördüğü, sürecin henüz tamamlanamamış olmasının vebalini de Halk Fırkası’na yüklediği, onların gidici olduğunu düşündüğü söylenebilir.
Kuvayı Milliye’deki “Sarışın Kurt”
Görüldüğü gibi, Nazım Hikmet’in Atatürk’e ve Kemalizm’e yaklaşımı ilk dönemlerde biraz sorunludur. Bu noktada, onun önemli şiir kitaplarından birine de kısaca değinmek, konunun bütünlüğünün görülmesi açısından yararlı olacaktır.
Kuvayı Milliye Destanı’nda adını anmasa da Mustafa Kemal’i betimleyen, kısmen öven dizelerine rastlanır Nâzım’ın:
Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar: “Üç”, dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
Eğildi, durdu.
Bıraksalar
İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon ovasına atlıyacaktı.4
Nâzım Hikmet’in şöhreti bir ara Mustafa Kemal’e kadar ulaşır. Mustafa Kemal, Nâzım hakkında yapılan bu kapsamlı propagandaya pek iltifat etmediği için “Şunun şiirlerini bir de kendi ağzından plağa alın, getirin bakayım.” diye talimat verir. Şairin Hazer ve Salkımsöğüt başlıklı şiirleri kendi sesinden plağa kaydedilip getirilir. Atatürk bu şiirleri dinledikten sonra şöyle der: “Bu şiirlerde Türk milletinin hayatına kasteden bir bomba var!”
Mustafa Suphi ve Arkadaşlarının Öldürülmesi
1883 doğumlu Mustafa Suphi’nin, kendine özgü bir devlet ve toplum idealiyle yola çıkıp sosyalist düşünceyle buluşan insanlardan biri olduğu birçok kaynakta dile getirilmektedir. Mustafa Suphi, Paris’te siyaset ve iktisat eğitimi görür, üniversiteyi bitirip Türkiye’ye döndükten sonra siyasal hareketlere katılır. Bu tür etkinlikleri ve Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesiyle ilgili suçlamalar nedeniyle İttihad ve Terakki idaresince Sinop’a sürülür. Serbest bırakılıp İstanbul’a dönmesinin ardından Rusya’ya gider. İmparatorluğun kurtuluşunun ancak sosyalizmle mümkün olacağı düşüncesiyle TKP’yi kurar ve partinin ilk genel başkanı olur. III. Enternasyonal’de Türk delegasyonunun başkanlığını yapar. Komünistler Kurultayında, Kurultay Başkanlık Kurulu üyesi olur. Bir an önce Türkiye’ye dönüp Milli Mücadele’ye katılmak ve yeni dönemde sosyalist anlayışı hakim kılmak istemektedir. Bu amaçla, arkadaşlarıyla önce Bakü’ye gelir. Orada Ankara ile yazışarak Anadolu’ya geçer. Kars’tan Erzurum’a yönelen grup, birden protesto gösterileriyle hatta linç girişimleriyle karşılaşır ve kente sokulmaz. Mustafa Suphi yanındakilerle birlikte Trabzon’a geçer. Trabzon’da ortalık karışır. Bu gelişmeler üzerine Rusya’ya tekrar dönmek için bir motor tutarlar. 39 yaşındaki Mustafa Suphi, Ocak 1921’de Trabzon açıklarında, arkadaşlarıyla birlikte öldürülerek denize atılır. Türkiye’nin belki de ilk ve en önemli fail-i meçhul cinayetlerinden biri olan ve hâlen tartışılan bu olayda azmettirci olarak Enver Paşa’nın, Mustafa Kemal’in, Kâzım Karabekir’in, Lenin ve Stalin’in adları geçmektedir. Enver Paşa’nın bu olay sırasında Batum’da olduğu iddia edilmektedir. İttihad ve Terakki zihniyeti birçok olayda hükmünü hâlâ yürütmektedir ve Ermeni tehciriyle gurur duyulduğu görülmektedir. Üstelik olaydan 5 gün evvel, 22 Ocak 1921’de TBMM’nin gizli toplantısında Mustafa Kemal; Mustafa Suphi ve komünistler hakkında olumsuz ve dışlayıcı görüşlerini açıkça dile getirmiştir. Ancak, Türkiye ile ilişkilerini bozmak istemeyen Sovyet hükümeti de gelecekte Türkiye komünistlerinin lideri olarak görülen Mustafa Suphi’ye sahip çıkmamış, bu toplu kıyıma tepki göstermemiş ya da bunu açığa vurmamıştır.
15 kişinin, yöredeki kayıkçıların kâhyası konumundaki Yahya adlı bir adamın tertibiyle pusuya düşürülüp bıçaklanarak öldürülmesi Türkiye sosyalizmi için çok erken ve ağır bir darbedir kuşkusuz. Nâzım Hikmet, Mustafa Suphi, Etem Nejat ve arkadaşlarının Trabzon açıklarında öldürülüşünden büyük bir üzüntü duymuş ve yazdığı şiirlerde bu işin arkasındaki adamın Mustafa Kemal olduğunu açıkça dile getirmiştir:
Trabzon’da bir motor açılıyor
Sahilde kalabalık
Motoru taşlıyorlar
Son perdeye bakıyorlar!
Burjuva, Kemal’in omzuna binmiş
Kumandan kâhyanın cebine inmiş
Kâhya adamlarının donuna
Uluyorlar:
Hav… hav… hak tu!...
Nâzım Hikmet’in, Atatürk’e Mektubu
Nâzım Hikmet, 1933’te tekrar yargılanırken imdadına Cumhuriyetin 10. yıl affı yetişir. Fakat 1936’da tekrar yargılanmaya başlar. 1938’de “orduyu ve donanmayı isyana teşvik”ten 28 yıl 4 ay hapse mahkûm edilir. Çankırı ve Bursa cezaevlerinde yatar.
Nazım Hikmet, Türkiye’de yaşadığı yıllarda toplam 17 yıl hapis yatar. Bunların hepsi Atatürk ve İsmet İnönü dönemlerindedir. Yani Nâzım Hikmet’e yapılan bütün haksızlıkların, eziyetlerin vebali Atatürk’e ve İsmet İnönü’ye aittir. Bu bağlamda, hem Atatürkçü hem de Nâzımcı olmak aslında ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Birçok aydın ya da sanatçının, “Atatürk’e hakaret”ten yargılanan ve cezaevlerinde yatan, Sinop cezaevinde yatarken “Aldırma Gönül” adlı ünlü şiirini yazan Sabahattin Ali konusunda da aynı çelişik tavırlarla ikiyüzlülüğün en güzel örneklerini verdiklerini hatırlatmakta yarar var.
Nâzım Hikmet, hapisteyken Atatürk’e ulaştırılması isteğiyle bir mektup yazar. Bu mektubu, karısı Piraye’nin ailesi Altunizadeler’e komşu bir ailenin çocuğu olan, Haluk Şahsuvaroğlu adındaki genç bir subaya verir. Nazım Hikmet’i seven bu genç subay, mektubun bir kopyasını çıkarttıktan sonra, onu postaya verir. Nâzım Hikmet’in büyük dayısı General Ali Fuat Cebesoy’un verdiği bilgiye göre, mektup Dolmabahçe Sarayı’na gelir ve özel kalemde kayda girer. Ağır hasta olan ve son günlerini yaşayan Atatürk’ün yanına girip çıkabilen kişilerden biri olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya teslim edilir. Fakat uygun bir zaman bulunarak Atatürk’e okunamaz.
Söz konusu mektup, Nâzım’ın hapishanede çok sıkıntılı günler geçirdiğini, psikolojisinin iyice bozulduğunu göstermekte; zihinlerdeki “Nazım Hikmet imgesi”ne gölge düşüren sözler de içermektedir:
“Türk Ordusunu “isyana teşvik” ettiğim iddiasıyla “onbeş yıl ağır hapis” cezası giydim. Şimdi de Türk Donanmasını “isyana” teşvik etmekle töhmetlendiriliyorum.
Türk inkılâbına ve senin adına and içerim ki suçsuzum. Askeri isyana teşvik etmedim. Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamleyi anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var.
Askeri isyana teşvik etmedim. Yurdumun ve senin karşında alnım açıktır. Yüksek askeri makamlar, devlet ve adalet, küçük bürokrat; gizli rejim düşmanlarınca aldatılıyorlar.
Askeri isyana teşvik etmedim. Deli, serseri, mürteci, satılmış, inkılâp ve yurt haini değilim ki bunu bir an olsun düşünebileyim.
Askeri isyana teşvik etmedim. Senin eserine ve sana, aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilebilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirim.
Büyük işlerin arasında seni bir Türk şairinin felaketi ile alakalandırmak istemezdim.
Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu “inkılâp askerini isyana teşvik” damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır.
Başvurabileceğim en inkılâpçı baş sensin.
Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum.
Türk inkılâbına ve senin başına and içerim ki suçsuzum.”
Nâzım Hikmet’in Memleket Özlemi Üzerine Birkaç Söz
1950 yılında, Demokrat Parti Nâzım Hikmet’i hapisten çıkarır.
Bir yıl sonra Rusya’ya ikinci kez kaçar Nâzım Hikmet. Kendine vatan olarak orayı seçer; zira bu dönemde hürdür, mahkûm da değildir. Moskova havaalanında verdiği beyanat, 30 Haziran 1951 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şu satırlarla haber olur:
“Moskova radyosu dün akşamki yayınlarında Kızıl şair Nazım Hikmet’in Moskova’ya vardığını ve havaalanında beyanatta bulunurken, “Beni yaratan Stalin’dir!” diye bağırdığını bildirmiştir. Gene Moskova radyosuna göre Kızıl şair, Stalin’i göklere çıkaran şu sözleri de sarf etmiştir: “Gözlerimin ışığını Stalin’e borçluyum, her şeyimi ona borçluyum, beni o yarattı, beni o yaşatıyor.”
En başta da değindiğimiz gibi, Nâzım’ın “vatan hasreti” ile öldüğü iddiası oldukça şaibelidir. Ölümünden 17 ay 26 gün önce (7 Aralık 1961) Sovyetler Birliği vatandaşı olmak için zamanın başbakanı Kruşçev’e dilekçe verdiği bilinmektedir. Bu, mektup gibi dilekçede sonsuz bir komünizm ve Rusya sevgisi dile getirilmekte; Türkiye’ye duyduğu söylenen hasret konusunda en ufak bir ipucuna dahi rastlanmamaktadır:
“Saygıdeğer Nikita Sergeyeviç
19 yaşından beri, yalnızca kalbim ve kafamla değil, geçmişimle de Sovyetler Birliği’ne bağlıyım. Bolşevik Partisi’ne ilk olarak 1923 yılında üye oldum. Ardından 1924 yılında yine Moskova’da, Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi oldum.
1925 yılı başında Moskova’daki Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ni bitirdim ve parti işleri için Türkiye’ye gittim. 1925 yılı sonunda, Ankara’da yer altı çalışmaları gösterdiğim için gıyaben 15 yıl hapis cezasına çarptırıldım.
Sonra, yine Moskova’ya döndüm. 1928 yılında Türkiye’de parti işleriyle uğraştım. O zamandan 1950 yılına kadar toplam 56 yıl hapis cezasına çarptırılmama rağmen toplam 17 yıl cezaevinde kaldım. Başta Sovyet halkı olmak üzere, ilerici insanların mücadelesi sonucu cezaevinden çıkarıldım. Ben sayılı komünist şairlerdenim. Çok mutluyum. Çünkü büyük Ekim Devrimi’nin beşinci yıldönümünü Moskova’da kutladım, şiir yazdım. SBKP’nin 22’nci kongresini kutladık. Bu nedenle de şiir yazdım.
Artık 10 yıldır Moskova’da yaşıyorum. Ailem de yanımda. Bütün Sovyet halkı gibi buradaki yaşama alıştım.
Saygıdeğer Nikita Sergeyeviç, yardım edin, ben Sovyet vatandaşı olmak istiyorum.
En iyi dileklerimle.
Saygılarımla.”
Dipnotlar:
1- Nâzım Hikmet’in biyografisindeki ilginç anekdotlar için, Ömer Lekesiz’in bizim de yararlandığımız şu yazısına bakılabilir: Nâzım Hikmet, Kemalizm, Komünizm ve Sosyalist Yönetimler, Hece Dergisi, Nâzım Hikmet Özel Sayısı, s. 16-30.
2- Vâlâ Nureddin, Bu Dünyadan Nâzım Geçti, Cem Yayınevi, İstanbul 1980.
3- Erden Akbulut, Komitern Belgelerinde Nâzım Hikmet, TÜRSAV, İstanbul 2002.
4- Nâzım Hikmet, Kuvâyı Milliye / Destan, Cem Yayınevi, İstanbul 1987