28 Kasım 2006'da Letonya'nın başkenti Riga'da gerçekleştirilen NATO zirvesi tarihinin önemli kararlarından birini almıştı.
Buna göre NATO sadece askeri olarak değil, "medeniyetler ittifakı" çerçevesinde de kendine yeni bir misyon belirliyordu. NATO 1949'da kurulduğu tarihten 1989'a kadar Sovyetlere ve Doğu Bloku'na karşı bir savunma ittifakı olarak iş gördü. 1990'ların başından itibaren "bölgesel krizlere karşı müdahale gücü" olarak yeni bir görev tanımı yaptı, Riga zirvesiyle yeni bir misyon üstlenme aşamasına geldi.
Paradox, NATO'nun en büyük gücü -ve aslında gizlenemez patronu- olan ABD'nin bir yandan "medeniyetler çatışması" tezi çerçevesinde (hâlâ) Ortadoğu'da operasyonlar yürütür ve çatışmaların -mezhep ve etnik savaşların- derinleştirilmesine çalışırken, öte yandan BM'nin öncülüğünde başlatılmış bulunan "medeniyetler ittifakı" zemininde NATO'ya yeni misyonların yüklenmesine onay vermesidir. Hemen söyleyelim, paradox gibi görünen şey, zahirde olanla zamirde olan arasındaki söylem farkından kaynaklanmaktadır, gerçekte Batı cephesinde yeni bir şey yok.
Dönemin NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer, birliğin artık "jandarma rolü oynama" yerine, "küresel ortaklıkları sağlamlaştıracak bir rol üstlenmesi" gerektiğini söylemişti. Burada iki soru vardı:
1) NATO, 1990'ların başında kendini karşısında konumlandıracağı bir "küresel tehdit"ten söz etmektedir; bu herkesin dilinde pelesenk olmuş küresel tehdit "terör"dür. Genel Sekreter "Çok tehlikeli bir dünyada yaşıyoruz. Küresel tehdit bütün yeryüzüne yayılacak boyutlarda. Çünkü terörizm herhangi bir anda ve herhangi bir yerde olabilir" diyordu. Burada Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra sistemli ve amaçlı bir biçimde "İslam" ile "terör" arasında bir ilişki kurulduğu ve küresel tehdidin "İslamî terör"den, yani Müslümanlardan kaynaklandığı yolundaki hakim söyleme bakacak olursak, NATO'nun yeni dönemde kendini İslam dünyasına karşı konumlandırdığı sonucunu çıkarabiliriz.
2) Genel sekreter küresel ortaklardan söz ediyor, ortakların da "ortak çıkar ve ortak değerler" etrafında toplanacağını söylüyordu. Bilinen şu ki, ABD ve müttefiklerinin bölgemizde yürüttükleri askerî operasyonların yöneldiği bir hedef de -belki de nihai ve asıl hedef- İslamî değerlerin modern dünya karşısında varoluş biçimlerini baskı altına almaktır. Başka bir deyişle Batı İslamiyet'i iktisadî, siyasî ve kültürel hegemonyasının önünde yegane engel görmektedir. Operasyonların bir boyutu aynı zamanda değerler alanında sürmekte olan çatışmalarla ilgilidir. Hatırlayalım, Tony Blair, Irak'ın işgaline katıldığında şöyle demişti: "Irak kendi değerlerimizin onların (Müslümanların) değerlerini alt edecek kadar daha güçlü, ilkeli ve çekici olduğunu gösterecek bir çatışma alanıdır."
Yeni dönemde NATO "terörle mücadele" yanında "sanal saldırıların önlenmesi"nde ve "doğal kaynakların korunması" -ki söz konusu doğal kaynakların yüzde 65'i Ortadoğu'da, yüzde 72'si Afrika dahil İslam dünyasında bulunuyor- işinde de caydırıcı, hatta gerektiğinde müdahale edici bir güç olarak kullanılacaktır. Anlaşılan NATO yeni stratejisiyle sadece yatay olarak değil, dikey olarak da misyonuna bir derinlik kazandırmaktadır. Bu çerçevede NATO Afganistan'da sürekli "burkadan kurtarılacak Afgan kadını ve vahşi olarak resmettiği Taliban"la uğraşır.
Böyle olunca NATO'nun "medeniyetler ittifakı" çerçevesinde yeni bir pozisyon alması ve kendine küresel ortaklar araması yeni bir cephenin teşkili anlamına gelir ki, bu ittifakta yer alacak medeniyetler içinde "İslam medeniyeti"nin asli ve sahih hüviyetiyle yer almayacağı sonucu çıkar. NATO'nun yeni konseptine göre, ittifak halinde olan medeniyetlerden eğer İslam ittifakı içinde yer alacaksa, "Batı'nın küresel çıkarlarına itiraz etmeyen, Batı değerleriyle uyum içinde olan İslam" olacaktır, itiraz edenler hakkında verilecek hüküm "terörist" ilan edilip etkisiz hale getirmektir.
Pekiyi, bu yeni kombinezonda "Türkiye'nin rolü nedir?" Bu sorunun cevabı üzerinde düşünmek durumundayız.
ZAMAN