İranlı askeri ve siyasilerin beyanatlarına heyecanla yer vermek için Türkiye medyasında ilginç bir yarış vardır. İranlı yetkililerin geliştirdikleri uzun menzilli füzelerle İsrail’i yerle bir etmek, Avrupa’nın en uç noktalarını vurmak hatta Amerika’yı taş devrine döndürmek gibi en yüksek perdeden savurdukları tehditlerini sık sık okuyor ve dinliyoruz. İran otomatiğe bağladığı meydan okuyucu beyanatlarla Büyük Şeytan Amerika’yı, Küçük Şeytan İsrail’i bazen haftada bir bazen de ayda bir yakıp yıkar, yok eder, perişan edip ezer. Cesaret ve kahramanlık timsali İran orduları tarafından Amerika ve İsrail’in kaç defa yıkılıp yok edildiğini sayabilene aşk olsun!
Ancak İran haberlerine ilişkin yaşadığımız ve şahit olduğumuz gerçekler bambaşka hatta tam aksi bir istikamette cereyan etmektedir. İran’ı, başkalarına değil, on binlerce fanatik Şii militanıyla soyup soğana çevirdiği, yıkıp yağmaladığı Suriye ve Irak halkına sorup öğrenmek lazım en önce. İran’ın neyi temsil ettiğini Yemen halkına yaşattığı acılar üzerinden öğrenmek gerek evvela. Suriye’de, Irak’ta ve Yemen’de “Büyük Şeytan kimdir?” sorusunu öksüz ve yetim kalan çocuklara, dul kalan kadınlara, ailesi ve evi bombardıman edilen biçare adamlara soralım bakalım. Büyük acılarla sarsılan bölgedeki mazlum halklara soralım bakalım: Amerika ve İsrail ile İran arasında bir fark görüyorlar mı? Maalesef Acem diplomasisi Türkiye ve bölge üzerinde istediği gibi at oynatıyor hala ve İran’ın işlediği bütün cürümleri meşrulaştırabiliyor.
Büyük Şeytan’ı Suriye ve Irak’taki Yetimlere Soralım
Uzun yıllardan bu yana İran’ın bir türlü Amerika ve İsrail hedeflerine kilitlenemeyen uzun menzilli füzeleri Suriye, Irak ve Yemen’den başka iki hedefe daha kilitlendi. Ancak bu sefer beceriksizlik, kelimenin tam anlamıyla, İran’ın paçalarından akıyordu. Önce Tahran havaalanından hareket eden bir Ukrayna yolcu uçağını Amerikan füzesi sanarak düşürdü İran ordusu. Bu hafta da Basra/Fars Körfezi’nde tatbikat yapan İran ordusu kendi savaş gemisini bir füzeyle vurup batırdı. İran devletinin kamuoyuna ilan ettiği “siber saldırı” yalanı, füze saldırısıyla düşürdükleri yolcu uçağının içinden etrafa saçılan 176 insanın ölümünü sadece üç gün inkâr edebilmelerine fırsat vermişti. “Dost ateşi” diyerek kendi gemisini de vuran İran ordusu, bir kısmı Suriye ve Irak’ta savaşmış, 40’a yakın askerini imha etmiş oldu.
Hayaller ve söylemler Amerikan gemilerini Körfez’in ılık sularına gömmekti. Fakat İran şunca devrim yılları içerisinde ancak kendi gemisini vurup batırabildi. Elbette yolcu uçağının düşürülmesindeki beceriksizliğini gizleyen Devrim Muhafızları savaş gemisinin batırılışını da gizledi, çarpıttı ama suçunu da itiraf etmeye mecbur kaldı. Neyse ki; İran’da Devrim Muhafızlarını eleştirmeye cesaret edebilecek ne bir adam bıraktılar sokakta ne de bunları yazıp konuşabilecek bir basın organı. Bu da bir şey mi, Türkiye’de bile İran’ın nasıl bir siyasi, askeri ve iktisadi bataklığı temsil ettiğini medyada konuşup tartışmak mümkün sanki. Sahte bir Amerika ve İsrail düşmanlığıyla bölge halklarına muazzam acılar yaşatan despotik rejimler el’an kirli bir takım menfaat ilişkileri sebebiyle korunup kollanıyor.
Bölgenin diğer bir despotik rejimi Suudi Arabistan’ın da işlediği cürümler bakımından İran’dan fazlası var eksiği yok. Amerika’nın bölgedeki hegemonyasını tahkim eden en önemli aktör olmaktan başka Suudi Arabistan yakın bir dönemden itibaren İsrail’i meşrulaştırmak üzere türlü tezgâhlar tertipliyor. Veliahd Prens’in ülkedeki hapishaneleri doldurmak üzere giriştiği sürek avı tam gaz devam ediyor. Suudi Arabistan, daha büyük bir ceset tarlası ve daha derin bir yoksulluk adası olma kapasitesini arttırmaktan başka hiçbir rol oynamadığı Yemen’den zelil bir biçimde çıkıyor. En büyük hasmı İran’la birlikte geriye fiilen üçe bölünmüş, yıkılmış ve öldüresiye çatışmış bir Yemen bıraktı Suudi Arabistan. Fakat bu meyanda epeyce düşen petrol fiyatları İran ve Suudi Arabistan için iyice küçülen ekonomi ve sürekli artan iç huzursuzluk anlamına geldiği gibi bölgesel operasyon yeteneklerinin budanması gibi hayırlı bir mana da taşıyor.
Libya’da İflas Eden Bölgenin Despotik Rejimleri
Suudi Arabistan’ın başını çektiği Körfez monarşilerinin iktisadi ve siyasi krizi bir taraftan Mısır’daki darbe rejimini de zora sokuyor diğer taraftan da Libya’daki darbeci Hafter çetesini sahipsiz ve desteksiz bırakıyor. Türkiye’nin desteğiyle Trablus’taki meşru hükümetin darbeci Hafter çetesine yönelik askeri atakları ve başarıları Libya’daki dengeyi olduğu kadar Kuzey Afrika ve Akdeniz havzasındaki dengelerin de değiştirilmesi için kritik önem arz ediyor. Libya’da rezil ve zelil bir biçimde mağlup edilecek olan sadece Halife Hafter çetesi olmayacak çünkü. Hafter’le beraber Sisi cuntası, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’ın da rezil ve zelil bir biçimde mağlup olacağından kimsenin şüphesi olmasın.
Türkiye’nin askeri ve istihbari desteğiyle Libya’da meşru hükümeti tahkim etmesi, Halife Hafter cuntasını geriletmesi Rusya açısından da çeşitli sıkıntılar doğurdu. Düşen petrol ve doğalgaz fiyatları önce Rusya-Suudi Arabistan gerilimini tırmandırdı. Fakat iki ülke petrol üretim ve piyasaya arzı konusunda anlaştıklarında iş işten geçmişti. Önce üretim sonra piyasaya sürüm noktasında krize giren Rusya bu vakitlerde son dönemlerin en büyük devalüasyonunu yaşamak üzere. Fakat Moskova, Corona Virüs’ün yol açtığından daha büyük sıkıntılarla boğuşuyor. Bunun yansımalarından biri de BM’deki Rusya temsilcisi Libya, Ukrayna ve Suriye’de faaliyet gösteren Wagner isimli cinayet şebekesinin Rusya’yla bağının reddedilmesiydi.
Ne mutlu ki; Libya’da halkın iradesini bastırıp darbeci General Halife Hafter marifetiyle Kaddafi benzeri bir despotik rejimi kurma projesi iflasa doğru sürükleniyor. Türkiye geçtiğimiz hafta önce Mısır’la sonra da Birleşik Arap Emirlikleri’yle Libya meselesi üzerinden çok ciddi bir diplomatik gerilim yaşadı. Despotik rejimlerin katliam ve terör ihracının başarısız kılınması durumunda Türkiye ve Libya bölgede umut verici başka bir süreci başlatmaya aday durumundadır.
Değişen tablo biri küresel diğeri bölgesel iki aktörü sempatik mesajlar vermeye mecbur kılıyor; NATO ve İsrail. Bayram değil, seyran değil İsrail bize neden öpücük yolluyor demeyiniz. İsrail Dışişleri Bakanlığı şöyle bir mesaj yayınladı mesela: “Türkiye ile diplomatik ilişkilerimizle gurur duyuyoruz. Dostluk bağlarımızın ileride daha da güçlenmesini ümit ediyoruz.” Durduk yere kimse dostluk-düşmanlık mesajı yayınlamıyor elbette. Sebep belli; Libya’daki gelişmeler İsrail’in Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Mısır’la beraber olup Fransa ve İtalya ortaklığıyla Türkiye’yi saf dışı bırakma ihtimali gittikçe zayıflattı.
NATO’dan gelen sempati ve destek mesajının İsrail’den gelen mesajdan daha kuvvetli olduğu ortadaydı. Çünkü NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, “Libya’da Serrac hükümeti ile Hafter tarafından idare edilen güçleri aynı kefeye konulamaz” cümlesini kurduktan sonra ilaveten “NATO, Trablus hükümetine destek vermeye hazır” ifadelerini de kullanmak durumunda kaldı. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in aynı konuşmasında Libya ve Suriye'de BM’nin barış anlaşmasına varma çabalarına destek verileceği de ifade ediliyordu. Corona virüs bağlamında sarsılan ekonomiler ve petrol-doğalgaz fiyatlarının tepetaklak olması kadar Libya’daki direnişin başarısı, Suriye’deki direnişin yok edilememesi Türkiye’nin stratejik çizgisini daha da güçlendirecektir.
NATO ve İsrail boşuna selektör yapmıyor Türkiye’ye.
(Yazar Yeni Akit’teki köşesinde yayımlanan bu yazısını Haksöz-Haber için genişletmiştir)