1976'da yayınlamaya başladığımız Düşünce Dergisi'nde (Mayıs-1976, Sayı: 2) Kaddafi'nin "Kaddafi bin Abdunnasır" olduğunu yazmıştım.
Bugün künyesini şöyle ifade edebiliriz: Kaddafi bin Abdunnasır bin veled el Garb: Batı'nın çocuğu Abdunnasır'ın oğlu Kaddafi".
Mısır'ın ve belki Arap kamuoyunun efsanevi lideri Cemal Abdunnasır, anti emperyalist ve güçlü bir milliyetçi söyleme sahipti. Radyoda konuşma yapacağı zaman Arap sokakları boşalır, herkes radyoların başında toplanırdı. Arapçanın o müthiş gücünü çok iyi kullanırdı, olağanüstü derecede iyi bir hatipti. Temeli boş olduğu zaman Arapça her zaman hatipleri vasıtasıyla dinleyicilere ihanet eder, onları aldatır, ruhlarında yalancı fırtınalar kopartır. Nasır da böyle yapardı. Arapçayı hakiki semantik muhtevaya kavuşturup onu ruhu kanatlandıran bereketli güce dönüştüren Kur'an-ı Kerim oldu sadece. Önceki şairler, dostları cinlerin kulaklarına fısıldadıklarını halkın kalbine bir vesvese aracı olarak üflerlerdi. Arapçayı cinlerin ve yalancı şairlerin tasallutundan Kur'an kurtardı.
Modern zamanlarda cinlerin ve şairlerin yerini siyasi liderler ve onların koruduğu Ukaz panayırında ideolojilerini tekrarlayan aydınlar, akademisyenler, elitler aldı. Bunları da geriden besleyen Batı'dır. Şimdi onları değiştiriyor.
Borazan radyolar her sabah "el Hurriye, el İştirakiyye ve'l Vahde (Özgürlük, sosyalizm ve birlik)" sloganlarıyla açılır, arkasından sıralanan bir dizi ayet ve hadis bu üç parametreye göre yorumlanırdı. Cemal Abdunnasır ölmeden önce Kaddafi'ye şöyle demişti: "Sen genç Nasır'sın. Yaşlanmış Nasır'ın tecrübeleriyle sahneye çıkmış yeni bir Nasır. Ben hayatta çok yanlışlık yaptım. Sen yapma."
Kaddafi, bir süre Abdunnasır'ı taklid ve takip etti. Sonraları kendisi olmaya başladı. "Yeşil Kitab"ı yazdı, camilere çıkıp hutbeler okudu; Sünnet'in Kur'an anlaşılmasında ve hayatın tanziminde kaynak olamayacağını iddia etti; arkasından Kur'an-ı Kerim'de Hz. Peygamber'e hitaben geldikleri için "Kul (De ki)!" ile başlayan bütün ayetlerin hükümsüz olduğunu söyledi.
Derken bu işi de bıraktı, iktidarın kışkırtıcılığına kapılarak cemahiriyeleri birer cehenneme çevirdi. Zorbalaştıkça "devrimci Kaddafi" daha çok korktu, paranoyak davranışlar sergiledi. Korumalarını bakire kızlardan seçti, çünkü nikâhlı veya nikâhsız bir erkekle ilişkisi olan kadın ona ihanet edebilir, bir suikasta karışabilirdi. Yüzüne botokslar yaptırdı, konuşurken insanların yüzüne bakmamaya başladı. O hep yücelere-göklere -hakikatte 3 metrelik çöl çadırının tavanına- bakıyordu.
Kaddafi kendine özgü bir diktatör. Ama biricik değildir. 16 Şubat'ta başlayan ayaklanma karşısında sonuna kadar direnebileceği sinyallerini veriyor. İddialara göre, Nijer, Uganda ve Sırbistan'dan keskin nişancılar getirtmiş. Halkına karşı yabancı paramiliter güçleri kullanıyor. Trablusgarb yakınlarında iç içe geçmiş üç surdan müteşekkil karargâhında. Karargâhın altı ve çevresi nükleer-kimyasal silahlarla ağzına kadar dolu. Umutların tamamen tükendiğini anladığı anda nükleer silah da kullanabilir.
Bu bütün diktatörlerin başvurduğu acımasız yoldur. Halkı kitleler halinde öldürmeyi göze alanlar, sadece kendilerini ve despot rejimlerini savunmuyorlar, aynı zamanda muhalifleri cezalandırıyorlar, intikam alıyorlar. 1988'de Saddam Halepçe'de 5 bin masum insanı öldürmüştü. Enfal katliamında öldürdükleri insanların sayısı 180 bin olarak gösteriliyor. 1970'te açlık, sefalet ve insanlık dışı baskılara dayanamayıp ayaklanan Filistinlileri Ürdün Kralı Hüseyin uçaklarla bombalamıştı. Abdunnasır, 1960'ta Suud halkına karşı Napalm bombaları kullandı. Suud'un kulaklarını kesip kendisine iade ettiği subayları halka göstermemek için kurşuna dizdi. 1982'deki Hama olayları hâlâ tazeliğini koruyor. Daha yakın dehşetengiz örnek 28 Şubat postmodern darbe sürecinde bir darbeci subayın "Biz Türkiye'yi 17 milyon devraldık, gerekirse yine 17 milyon olarak teslim ederiz." demesiydi.
Fakat yerin dibinden gelen bir hareket dikta rejimlerini ve darbe teşebbüslerini bir bir yıkıp enkaza dönüştürüyor.
ZAMAN