Gökhan Özcan / Yeni Şafak
Kalbimiz kapalıysa...
Her gün birkaç kez yaptığım gibi pencereden dışarıya bakıyorum. Hastanenin geniş açık otoparkında on kadar araba var. Her gün tıklım tıklım dolu olan otopark bugün tenha, çünkü ben bu yazıyı bir Pazar gününde yazıyorum. Hafta sonu olduğu için hafta içi yoğunluğu yok hastanede. Otoparkı çevreleyen ağaçlarda sonbahar yüzünü göstermeye başlamış, adeta saçları ağarır olmuş ağaçların. Bir adam arabasının başında telefonla konuşuyor. Hastasının durumunu memleketine haber ediyor gibi düşündüm onu. Az ilerisinde üç adam hızlı adımlarla cümle kapısının olduğu yere doğru yürüyor, belli ki yapılacak birtakım işlemler var, belki de bir nöbetçi eczane arayacaklar. Otoparkın diğer ucunda iki kadın ayakta laflıyor, muhtemelen onlar da hasta ziyaretine gelmiş, çıkışta durum değerlendirmesi yapıyor. Bana yakın kısımdaki bankta başka bir adam ekmek arası bir şeyler yiyor. Bütün bunlar gözümün tek bir açıda birkaç saniye içinde gördüğü şeyler... O hastane otoparkının benim odaklandığım tek bir görüş açısından ve yine sadece benim farkında olduğum birkaç saniyesinin hikayesi bu... Bu hikayeyi gören, zihninde birleştiren bir hikaye olarak kayda geçiren benim, benden başka hiç kimsede bu hikayenin parçaları birbirine bu şekilde bağlanmıyor ve hikaye bütünlenmiyor.
Böyle düşününce insan hayrete düşüyor (ne güzel, hayret makamı artık pek az uğradığımız bir yer), milyarlarca insan dünyanın her yerinde her an böyle sonsuz ihtimalli parçaları birbirine bağlayarak hikayeler oluşturuyor zihninde. Üstelik gördüklerini kendince yorumlar, tasavvurlar ve tahminlerle zenginleştirerek... Akıl bir yere kadar alabiliyor. Birbirinden renkli, her ilmiği başka tonda ve zenginlikte sonsuz bir nakış bu... Hayatın ancak ilahi bir kudretle anlamlandırılabilecek sonsuzca çoğalan ve hayatı çoğaltan hikayesi...
“Güzellik değerlidir, ama ben daha önce değerini hiç bilememişim. Güzelliği anlamsız bir şey, şiirden ve akıldan yoksun, sadece güzellik olarak kabul etmişim. Güzellik hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Oysa şimdi biliyorum, daha doğrusu öğrenmeye başlıyorum. Şu çimler, artık onların neden çim olduğunu, güneşin, yağmurun ve toprağın gizli kimyalarıyla onları bu hale nasıl getirdiğini bildiğim için daha güzel geliyor. Çünkü çimlerin hayat hikayesinde büyük bir romans var ve hatta, evet, macera da var. Bunu düşünmek bana heyecan veriyor. Kuvvetin ve maddenin karşılıklı oyununu ve müthiş mücadelesini görünce, çimler üzerine bir destan yazabilirmişim gibi geliyor” diye yazmış Jack London, ‘Martin Eden’ kitabında.
Her birimiz kendi içimizden hayata, insanlara, aleme, tabiata, gökyüzüne ve diğer her şeye bakıyoruz. Ve her birimiz aslında sadece bize ait bir sonsuz ihtimaller dünyasının içindeyiz ve onun şahidiyiz. Gözümüzün önünde cereyan eden şeylerden her birimiz farklı şeyleri farklı biçimlerde yorumlayarak zihnimizde biriktiriyoruz. Yani içimizde de bir başka sonsuz dünya var ve orada da sonsuz sayıda minicik hikaye bir büyük sonsuz hikayeye bağlanıyor. Bir dünya yok aslında, sonsuz sayıda dünya var. Sonsuz sayıda hikaye, sonsuz sayıda ayrıntı, sonsuz sayıda bilinen ve bilinmeyen var. Gerçekten düşününce insanın bir yerden sonra aklı kamaşıyor.
Bir çoğumuz nasıl büyük bir mucizenin içinde yaşadığımızın farkında değiliz. Basit sebep sonuç oyunlarıyla her şeyi düzleştiriyor, basitleştiriyor, birbirine benzeterek aynılaştırıyor, o kendini sonsuzca çoğaltan harikulade hikayeyi basit bir ezbere, kendini tekrar eden, döngüsel, mekanik süreçlere indirgiyoruz. Bu hayatı, dünyayı, alemi, insanı, Allah’ın aşikar bir mucize olarak seyrimize açtığı o nefes kesici sonsuz hikayeyi görememek anlamına geliyor.
Bu körleşme bizi yazık ki aslî hakikatimizin içinde yaşamaktan, o arındırıcı idrakten uzakta tutuyor.
“Gözleri kapalıyken de aslında bir çok şey görüyor insan, ama kalbi kapalıyken...” diye geçirdi içinden beyaz saçlı adam ve devamını getiremedi sözlerinin.