Nasıl bir ‘Allah’a inanıyoruz?

​​​​​​​Bütün isyanlar, günahlar ve yoldan çıkmalar Allah’ın unutulması, yani zikredilmemesi sebebiyledir. Buna ibadetsizlik de diyebiliriz. ‘Âdem unuttu ve yoldan çıktı’.

Faruk Beşer’in Yeni Şafak gazetesinde 13, 15 ve 20 Ağustos’ya yayınlanan yazı dizisini ilginize sunuyoruz:

Yakınlarda çıkan kısa tefsirli mealimizde Kur’an-ı Kerim’in temel kavramlar için ayrı bir bölüm ayırmış olmamız sebebiyle; keşke Kuran’ın dolayısıyla da İslam’ın temel kavramlarını uzunca tek tek yazsanız diye bir teklif geldi. Bundan sonraki yazılarımda zaman zaman bunu denemeye çalışacağım. Tabii olarak da önce ‘Allah’ lafzıyla başlamayı uygun buldum.

Evet, biz nasıl bir Allah’a inanıyoruz? Ya da bir mümin Allah hakkında en az neler bilmelidir?

Şöyle başlayalım: Kendisinden ve etrafındakilerden üstün, muktedir ve görünmeyen bir varlığa inanma duygusu her insanın fıtratında, belki de genlerinde mevcuttur. En azından insandaki adalet duygusu bunu gerekli kılar. Öyle ya, size yapılan haksızlıkları cezalandırmayan, gasp edilen haklarınızı size iade etmeyen yüce bir varlık yoksa, yaşamanızın da anlamı yoktur.

Allah lafzı, O’nun bütün isim ve sıfatlarını cami özel bir ismidir. İlk harfinden itibaren sırayla her bir harfini atsanız, kalan yine O’nu ifade eder; (Allah, lillah, lehu, hû). Bu sebeple genel kabul, Allah lafzı hiçbir kökten türemeyen, O’nun kendisi için belirlediği ve hiçbir şeye ad olmamış özel ismi olduğudur. Kökünün ‘ilah’ olduğunu söyleyenler vardır. Ama bu etimolojik tahliller belki de Arapçanın ilk ve asıl dil olduğunu, Kur’an-ı Kerim’in de Arapça olarak indirildiğini esas almaktan kaynaklanır. Oysa bütün dilleri yaratan Allah’tır, her dil O’nun bir ayetidir ve Kur’an-ı Kerim’de kökü başka dillerden olan kelimeler de vardır. O kâinatı yaratmadan da kendi ismi ile vardı. Kitabında kendisinden ‘Allah’ diye söz ettiğine göre demek ki, O’nun ismi ezelden beri, yani Arapça yokken de Allah’tı (cc). Arapçanın elbette müslümanlar nezdinde bir değeri değeri vardır, çünkü son ilahi kitap Kur’an-ı Kerim Arapça indirilmiştir, Resulüllah (sa) Arap’tır ve Arapça konuşmuştur ama ‘Arabı üç şeyden dolayı sevin; cennet dili Arapçadır…’ sözü uydurma bir hadistir. Sonuçta Allah ismi O’nun diğer bütün sıfatlarını mündemiç olduğu için bu isim O’ndan başka bir varlığa ad olarak verilmemiştir. (Bkz. Meryem 65).

Kur’an-ı Kerim’de hem ‘Allah’ı zikredin’ hem ‘Allah’ın ismini zikredin’ anlamında ayetler olunca acaba isimle müsemma aynı şey midir, diye düşünenler olmuştur ama bu ayırımın tutarlı bir izahı yoktur, elbette isim ayrıdır, müsemma ayrıdır. Lakin Allah’ın isimleri/sıfatları O’nun zatından ayrı bağımsız bir varlığa sahip olmadıkları için, O’nu her bakımdan ‘bir’ bilmek yani tam bir tevhid için ‘O, isim ve sıfatlarıyla da birdir, isimleri O’nun ne aynıdır ne garıdır’ denir. Mutezile böyle tam bir tevhidin oluşması için, biraz da tanrıyı ‘üç parçadan oluşan bir’ bilen Hıristiyanlara cevap vermek için Allah’a sıfat nispet edilemez, O’nun sadece isimleri vardır derler. Sanki sıfatları da vardır dersek O’nun bu parçalardan oluşan ‘Bir’ olduğunu söylemiş ve Hıristiyanların durumuna düşmüş oluruz gibi düşünmüşler. Bu çok hassas bir hesaptır ama Ehlisünnet alimleri, neticede ismi varsa zorunlu olarak sıfatı da vardır derler. Mesela el-Alîm/her şeyi bilen O’nun bir ismi ise, zorunlu olarak O’nun ‘bilmek’ diye bir sıfatının bulunduğu anlaşılır.

Allah’ın varlığı ve birliği akılla bulunabilir, ancak mahiyeti ve keyfiyeti, akılla bilinemez. Bu imanın konusudur. Çünkü akıl yaratılan bir melekedir ve kendisini yaratını kuşatıp kavraması mümkün değildir. Allah ancak isimleriyle bilinir. Resulüllah Efendimiz (sa) ‘Allah’ın doksan dokuz ismi vardır ki, kim onları bellerse cennete girer’ buyurur. Çünkü bu isimleri manalarıyla bilen ve buna inanan, Allah’ı istenildiği gibi tanımış demektir, bu da O’nun cennete girmesine yeter. Ama Allah’ın isimleri bunlardan ibaret değildir, O’nun için söylenmesi caiz olan başka isimler de vardır ve biz bunları ancak Resulüllah’tan öğrenebiliriz.

Allah Kur’an-ı Kerim’de ‘bilin ki, Allah’tan başka ilah yoktur…’ (Muhammed 19) buyurduğuna göre Allah’ın tanınması bilgiyi gerektirir ve bu kadarcık bilme bütün müminler üzerine farzdır.

Allah’a inanma önce kalbin O’nu olduğu gibi kabulü/ ikrarı, bir bilmesi, sonra dilin bunu tasdiki ile tamamlanır. Buna ‘kelime-i tevhid’ denir. Bu kadarla kişi mümin olur, ancak buna şahitlik etme derecesine çıkması da istenir ki, buna da ‘keleme-i şehadet’ denir. Her iki temel cümlede Resulüllah’ın O’nun kulu ve resulü olduğunu da tasdik ve şahitlik vardır. Allah’a sırf kalbinden inanan ama bunu kimseye duyurmayan kişi Allah katında mümin olabilir ve kurtulabilir, ama biz ona mümin muamelesi yapamayız. Devam edeceğiz.

Öyle ya da böyle bir tanrının varlığına herkes inanmak zorunda olduğu için, özellikle Mekke döneminde inen surelerde Allah’ın varlığından çok, birliği üzerinde durulur.

Allah (cc), ikisi üçü olmayan tek başına birdir. Bu ifade ‘vahdehü la-şerike leh’ şeklinde Kur’an-ı Kerim’de ve Resulüllah’ın (sa) dualarında çokça geçer. Yani O ‘bir’ olduğu gibi, her işinde her tasarrufunda da tek başınadır, hiçbir ortağı ve yardımcısı yoktur. O’ndan bağımsız kimsenin tasarruf gücü olamaz.

Müşrikler de Allah’a inanıyorlardı ama putlarının da bazı şeyleri yapabildiğini söylüyorlardı. Yani Allah’ın her şeyi görme, bilme, koruma, yaratma gibi sıfatlarının onlarda da bir nebze bulunduğuna, onların da kâinatta bazı tasarruflarının olacağına inanıyorlardı. Şu ayet bu düşünceyi sildi:

‘Allah tek başınadır dendiğinde ahirete iman etmeyenlerin kalplerinde nefret uyanır. Ama O‘nun dışındakiler de anılsa hemen yüzleri güler’ (Zümer 45). Yani Allah vardır ama bizim büyük bildiklerimiz de bazı şeyleri yapabilirler. Şimdi bile bazı ‘müminler’ bazılarının kâinatta tasarruf yetkisinin bulunduğuna inanırlar. Bu sebeple Allah’ı bir bilmede bu ‘vahdehü lâ-şerike leh’ cümlesinin anlamını iyi kavramak gerekir. Resulüllah Efendimiz’in (sa) bu cümlenin yer aldığı duanın sabah akşam namazların ardından on kez söylenmesini tavsiye etmesi çok anlamlıdır.

Buna benzeyen ve yine Kur’an-ı Kerim’de çokça geçen, ‘tevhid’ açısından böyle anlamlı ifadelerden biri de ‘Sübhanellahi ve-bihamdihi’ cümlesidir. ‘Sübhanellahi’, Allah’ın her türlü eksiklikten, zandan ve yaratılanlara benzemekten tenzih edilmesini, ‘ve-bihamdihi’ ise, her şey O’ndan olduğu için teşekkür ve övgünün yegâne sahibinin de O olduğunun ilan edilmesidir. Yani Allah mükemmel ve benzersizdir ve her nimet O’ndandır. O halde sadece O’na minnettarız.

Allah’ın varlığının ve birliğinin bilimle değil ama akılla bulunabileceğini söyledik. Ancak bu, akla bir yanlış bilginin bulaşmamış olmasını gerektirdiği için zor bir iştir. Bu sebeple Ehlisünnet akidesini anlatmada iki büyük imam olan Eş’arî ve Matüridî bu konuda farklı düşünürler. Birincisi tek başına aklın bunu başaramayacağını söylerken, diğeri başarabileceği kanaatindedir. Her ikisinin de haklı yönleri vardır. Evet, akıl Allah’ın varlığını ve birliğini bulabilir ama böyle saf akıl/aklıselim çok fazla olmadığı için bu neredeyse yok hükmündedir. Yine de bizim gibilere İmam Matüridî’nin görüşü, prensip olarak daha isabetli gözüküyor.

Bundandır ki, Kur’an-ı Kerim’de sayısız ayetler bizi kâinattaki delilleri düşünmeye çağırır. Kısaca bunun anlamı şudur: Aklıselimle kâinattaki düzeni ve mükemmelliği görüp anlayabilirseniz bunu var edenin varlığını ve birliğini de bulabilirsiniz. Bu aynı zamanda bilime de teşviktir. Allah bilimle bulunmaz ama tarafsız bilim bu mükemmellikleri görmenin rehberi ve ilk adımı olur. Aklımız fikrimiz yanlış bilgilerle ve ön kabullerle bulanmamışsa bu mükemmelliklerin her şeye kadir bir yaratıcının varlığını ve birliğini göstermemesi mümkün değildir.

Ama aklıselim O’nun varlığını ve birliğini anlayabilse de şeriatı anlayamaz. Onun için peygamberler gönderilmiştir. Mesele, O’nun varlığı ve birliği konusunda ikna olduktan sonra O’na karşı nasıl olmamız gerektiğini bilip öyle davranmamızdır. Yoksa bu sadece bir akıl eksersizi değildir.

Kısaca Allah her vasfında mükemmeldir, ezeli ve ebedidir. Hiçbir şey yokken O vardı ve O’ndan başka her şey bir gün yok olacaktır. Atom altı kuantlara kadar her şey her an O’nunla var olmaktadır. O hiçbir şeye benzemez, yaratılanlar gibi cisim değildir. O’nu bir şeye benzetme/teşbih, insan gibi düşünme/tecsim O’nu yanlış anlama olacağı için şirktir. O mekândan ve zamandan münezzehtir. Bu sebeple ‘Rahman’ın Arşın üzerinde olması ya da O’nun semada bulunması’ yön ve mekân itibariyle olamaz. Çünkü sadece O varken ne arş vardı ne de sema.

Böyle ayetlere ‘müteşabih ayetler’ denir ve bu konuda Ehlisünnetin iki temel izahı vardır: Birinci ve asıl olanı, böyle ifadeleri biz anlamayız, bununla Allah neyi kastetmişse ona inanır geçeriz. İkna olanlar için en garantili yol/eslem tarik budur. İkincisi, bunların bazılarına olduğu gibi/sözel anlamıyla inanmak doğru olamayacağına göre en azından böyle olanları tevil ederiz. Mesela, ‘bir gün Allah’ın yüzünden başka her şey yok olacak’ denmişse, ‘yüz’ ifadesini O’nun zatı olarak anlarız.

Dolayısıyla Allah, yukarı anlamında semadadır, ya da Arş diye bir mekân vardır onun üzerinde oturmaktadır diye düşünmek Allah’a mekân nispet etmek/tecsim ve O’nu yaratılanlara benzetmek/teşbih olduğu için yanlıştır. Çünkü ‘O hiçbir şeye benzemez’.

Birkaç mesele kaldı.

Şu iki noktaya tekrar vurgu yaparak devam edip konumuzu bitirelim:

Hiç affedilmeyecek günah şirktir. Elbette küfür/inkâr şirkten daha da büyüktür. Çünkü şirk Allah’a (cc) inandıktan sonra sıfatlarında başkasını O’na ortak bilmektir. Küfür ise Allah’ı zaten hiç tanımamaktır. Şirk, ilk cahiliyede ve günümüz cahiliyesinde olduğu gibi bazen putları ve nesneleri ilah bilmekle, bazen de Allah’ın sıfatlarını insanlarda görmek ve onları takdis etmekle olur. Daha iki gün önce abdestli namazlı bir tanıdığım bana şu soruyu sordu: “Bir kadın yatağında yatarken bile cilbabını çıkarmamalıymış ki, şeyhi onu çıplak görmesin. Çünkü şeyh müridini yatağında bile görür ve kontrol eder, bu doğru mudur?” İşte böyle bir düşünce, her şeyi her an görüp gözetmede başkasını da Allah gibi bilme anlamına gelir.

İkinci nokta şudur: Sağlam bir varlık ve dünya görüşü olmadan kâmil bir iman da olmaz. Bundan dolayıdır ki, varlığı ve birliği konusunda Allah bize hep kâinattaki, semalar, karalar ve denizlerdeki ve bedenimizdeki ayetlere bakmamızı emreder. Bu bakma sıradan bir bakma olamayacağı için Süyutî’ye göre bu alanların bilimini yapmaya da bir emirdir. Bazı bilimcilerin bilimi putlaştırdıkları için onunla şirk koştuklarına bakmadan, bilimle at başı gitmeyen bir imanın da sağlam olamayacağını bilmek gerekir.

İman akıldan çok fıtratın ve duyguların/gönlün bir kararı olduğu gibi inkâr da yine akıldan çok ön yargıların bir ürünüdür. Bununla birlikte aklıselim imanı destekler.

Eğer Allah’a iman bilimsel yollarla ispat edilebilseydi o zaman insanın seçme özgürlüğünün ve iman edenin mükâfat, inkâr edenin ceza almasının bir anlamı kalmazdı.

Allah’ın bilimle ispatı mümkün olmadığı gibi bilimle inkârı da mümkün değildir. İmanı sağlayan şey; insanın fıtratındaki yüce bir varlığa inanma duygusu, yanlış bilgi ve ön yargılarla bozulmamış vicdan, aklıselim ve vahiydir.

Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın varlığı ve birliği konusunda insanın dikkatine sunulan en önemli delil tabiatta zerreden kürreye kadar görülebilen mükemmellik ve düzen yani kozmostur. Bu delillerin her birine ayet denir. İnkâr yani küfür ise bu ayetlerin okunmamasının sonucudur. Zaten küfrün kelime anlamı örtmek demektir. İnsanın mayasında var olan kendini beğenip ululama yani kibir de inanmamanın temel sebeplerindendir.

Asıl, fıtri ve tabii olan Allah’ın bir bilinmesidir/tevhittir, inkâr ve putperestlik değildir. Bu sonradan ortaya çıkan bir bozulmalardır.

Biz Allah’ı bilimle, felsefe ile, felsefe bulaşmış kelamla ya da batıni tasavvufla hakkıyla tanıyamayız. Allah’ı, Ebu Hanife’nin dediği gibi, sadece Kur’an-ı Kerim’de O’nun bize kendini anlattığı ayetlerle, Kur’an’daki ve sahih sünnetteki esması ile bilebiliriz. Biz O’nun zatını değil ayetlerini ve nimetlerini düşünürüz. O bütün sıfatlarında en mükemmel olandır, O’nda hiçbir eksiklik ve kusur yoktur.

Allah hakkında hüsnü zan beslemek esastır. O Hakîm, Alîm, Kerîm olduğuna göre ne yapmışsa en güzelini yapmıştır. İsteklerimizi asla karşılıksız bırakmaz. Biz görevimizi yaptıktan sonra O’na güvenip tevekkül ederiz. O kendisine güveneni güvende kılar. Rahmeti gazabına galiptir. Merhameti sebebiyle nice günahları affeder. Ama ısrar eden suçluları da cezalandırır, bu da makuldür ve fıtrata uygundur. Cezalandırmayan tanrı Allah olamaz. Her şeyin yaratıcısı yaşatıcısı O’dur.

Gerçek hürriyet böyle bir Allah’a kul olmaktır. Çünkü O’na kul olmayan, sayısız ilahlara kul olmak zorundadır. İnsan sahte ilahların kulluğundan ancak Allah’a inanmakla kurtulabilir.

Allah panteizmde olduğu gibi eşyayı harekete geçiren iç enerji diye anlatılamaz. O eşyada isimleriyle tecelli etmiştir denebilir. Ama her şey haddi zatında O’dur, O eşyaya sızmıştır/hulûl etmiştir demek şirktir. Eşya ancak Allah’ın yaratmasıyla var olur ama eşyanın Allah’tan bağımsız bir hakikat olduğu da gerçektir.

Ve müminler cennette Allah’ı; mekân, zaman ve keyfiyetten uzak olarak göreceklerdir. Çünkü orası bu kayıtların olmadığı farklı bir varlık alanıdır.

Biz yaratılanların en küçüğü olan kuantların bile nasıl var olduğunu bilemiyoruz ki, yegâne büyük olan Allah’ın nasıl var olduğunu bilebilelim. Allahu-ekber, Allah en büyüktür değil, büyük Allah’tır demektir.

Bütün isyanlar, günahlar ve yoldan çıkmalar Allah’ın unutulması, yani zikredilmemesi sebebiyledir. Buna ibadetsizlik de diyebiliriz. ‘Âdem unuttu ve yoldan çıktı’. ‘Sakın Allah’ı unuttukları için Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın’. Zikrin yani O’nu hatırlamanın asgari ölçüsü beş vakit namazdır. O, ‘Beni zikir için namazı dosdoğru kılın’ buyurur.

İslam Düşüncesi Haberleri

Felah; fıtrat ve vahiyle yeniden buluşmamızda!...
Diyanetten hatırlatma: Tüm kumarlar haramdır!
Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı