Sekiz yaşındaki bir kız çocuğunun gün ortasında, çoğunluğu akraba olan 20 haneli bir köyde aniden sırra kadem basması, Türkiye uzun süre gündem oldu.
Olayın vuku bulduğu ilk günden itibaren nefesimizi tutmuş, gelişen iletişim imkânları sayesinde yapılan arama çalışmalarını, yürütülen soruşturmaları, yapılan açıklama ve yorumları takip ederek düşük bir ihtimal de olsa Narin’den gelecek sevinçli bir haber bekledik. Maalesef Narin’in cansız bedeni; kucağında elifbası, sırtında çantasıyla birlikte bir çuvalın içinde, dere kenarındaki bataklıkta, üzeri taşlarla örtülmüş şekilde bulundu.
Şimdi her kes şu sorunun cevabını merak ediyor: Narin’in suçu neydi?
Çoğunluğu akrabalardan oluşan, akraba olmayanların da bu ailenin gölgesinde “sığıntı/yanaşma” olarak yaşadığı küçücük bir köyde, sekiz yaşındaki bir çocuğun ev, Kur’an Kursu ve amca evi arasında adeta yer yarılmış içine girmiş gibi ortalıktan kaybolması, ilave olarak, 8 Eylül sabahına kadar bölge jandarma , polis, Ankara’dan gönderilen özel ekipler ve özel cihazlarla devletin tüm imkânları seferber edilerek yüzlerce kişi tarafından günlerce yürütülen arama çalışmalarının sonuçsuz kalmasındaki tuhaflık sizin de dikkatinizi çekmiştir.
Köy hayatı şehir hayatından farklıdır. Her ne kadar Tönnies’in cemaat (gemeinschaft) / cemiyet (gemeinschaft) tanımında kavramsal düzeyde yaptığı ayrımdaki keskin sınırların önemli bir kısmı modernitenin dönüştürme gücü sebebiyle, farklı düzeylerde geçişlilikler içeren melez/hibrit tipler ortaya çıkmışsa da; şehir hayatından farklı olarak iletişimin çoğunlukla yüz yüze olduğu, akrabalık bağlarının önemsendiği, yerleşim yerinin küçüklüğü sebebiyle ilişkilerin iç içe ve herkesin birbirinden haberdar olduğu bir yaşam söz konusudur.
Böyle bir ilişki ağı içerisinde anne, baba, amca, konu komşu herkesin ‘Narin’e ne oldu’ sorusuna, hep bir ağızdan ve söz birliği içerisinde “bilmiyorum” cevabını vermeleri, sekiz yaşındaki o masum çocuğu canice katletmekten çok daha büyük bir vahşettir. Şeytani planlar yaparak küçük Narin’i sakladıkları yer nasıl açığa çıktıysa, kimin öldürdüğü de ortaya çıkacak ve hem bu dünyada hem ahirette hak ettikleri cezayı alacaklar inşallah.
Narin olayı sadece insanoğlunun vahşi yüzünü değil, değişen-dönüşen toplum yapısı, siyasal-ideolojik kamplaşmanın vardığı boyut ve toplum olarak ahlaki düzeyimiz üzerindeki perdeleri de kaldırdı.
Kur’an Kursu dönüşü sonrasında olayın gerçekleşmiş olmasından hareketle Kur’an Kursu, İmam Hatip, İlahiyat gibi kurumlara saldırmak için tetikte bekleyenler hızlarını alamayıp, hiçbir ahlaki ölçü ve kural tanımaksızın işi tüm İslami değerleri aşağılamaya ve tahfif etmeye vardırdılar.
Ortada henüz hiçbir bulgu yokken Narin’i bulma çabalarına destek olmak amacıyla Diyarbakır’a geldiklerini söyleyen kadın ve çocuk haklarını önceleme iddiasıyla kurulmuş bir derneğin yöneticisi ve üyeleri, Narin’in doğduğu köye yaptıkları ziyaret sonrası Suriçi’nde ciğer kebabı yedikten ve Diyarbakır’ın tarihi mekânlarını gezip bol bol selfie çektikten sonra aynı zihniyeti taşıyan medya organlarına koşup “…İslamcı gruplar kadınların yaşam tarzlarını bahane ederek Diyarbakır halkının özgür, laik ve modern yaşamına müdahale etmek istiyorlar. Bu İslamcı gruplar yalnız değiller. Örgütlüler… Bizler, Aydın insanlar olarak gericiliğe karşı özgür yaşamı savunacağız.” Minvalinde tuhaf açıklamalar yaptıktan sonra ayaklarının tozuyla memleketlerine döndüler.
Narin’in bulunduğu günün akşamı HDP/DEM ve türevi kadın örgütleri tarafından Diyarbakır’da düzenlenen yürüyüşte “Katil Hizbullah, İşbirlikçi AKP” ve “Jın Jiyan Azadi” sloganları eşliğinde kendi siyasal ve ideolojik ajandalarını biraz daha tahkim etmenin verdiği haz ve mutlulukla dağıldılar. Daha başka sosyal medya hesaplarından paylaşılan iğrençlik düzeyindeki küfür ve hakaretleri geçiyorum. Kamplaşmanın ve siyasal/ideolojik hesapların domine ettiği ve toplumu esir aldığı böylesi bir ortamda herhangi bir sorunun sağlıklı bir zeminde konuşulması ve tartışılması mümkün değil.
Bunların gerçekten kadın ve çocuk haklarını savunmak gibi bir dertleri var mı? Öyle bir dertleri olsa son bir yıl içerisinde Gazze’de öldürülen çocuk sayısı 16.715, kadın sayısı 11.308…On binlerce çocuk ebeveynlerinden bir veya iki tanesi olmadan hayata kalmaya çalışıyor, beslenme, barınma ve sağlık imkânına ulaşamıyor, dahası, bu rakamlar her geçen gün daha da büyüyor. Hangi etnik kökenden, dinden, mezhepten olursa olsun sadece insan olan ve azıcık vicdan ve merhamet taşıyan biri bu tablo karşısında sessiz kalamaz.
Diyelim ki bunlar Filistinli olduğu için ilgilenmiyorlar. Yürüyüş yaptıkları günün bir öncesi Filsitin’de Siyonist askerlerin açtığı ateş sonucu hayatını kaybeden insan hakları aktivisti Ayşenur Ezgi Eygi de bir kadın değil mi? Günlerdir kendi parti binaları önünde çocuklarını arayan annelerin tamamı Kürt. Bir gün olsun uğrayıp dertlerini dinleme zahmetinde bulunmadılar, çocukları kaçırıp dağa götüren örgüte bir tek laf söylemediler.
Ekolojik konfederatif demokratik kadın özgürlükçü falan bir şeyler geveleyerek "jin jiyan azadi" sloganları atmak hiçbir anlam ifade etmiyor.
Türkiye'de; Solculuğun, Aleviliğin, Kürtçülüğün, Türkçülüğün yolculuklarına başladıkları noktanın çok uzağında "İslam düşmanlığı" limanına demir atmalarının perde gerisinde bunu planlayan, akıl veren, destekleyen, yönlendiren başka bir el olduğuna şüphem yok. Ayrıca görüyorum ki sadece sağ/sol gibi ideolojik gruplar değil; çevre, kadın, cinsel kimlikler gibi yeni toplumsal hareketlerin de hedefi Müslümanlardır.
Tamamı yaptıkları hizmet karşılığı peşin ödenen proje hareketlerdir. Vesselam…