TÜRKİYE, Suriyeli sığınmacılara dünyadaki en insani yaklaşımı sergileyen ülke oldu.
Tarihin bu acılı kırılma anında Türkiye’yi yönetenlerin, yüz yıl sonra yeni bir tehcir vadedenler değil, “mültecilerin başımızın üstünde yeri var, onlar misafirimizdir” diyenler olması önemliydi.
Kapılar açıldı, kamplar kuruldu. Sığınmacıların bazıları şehirlerde kendi imkanlarıyla yaşamayı denedi ve pek çoğuna ise sivil toplum destek oldu. Ama belli ki, bu konuda hiçbir eksiğimizin olmadığını iddia edecek durumda değiliz.
Çünkü sığınmacılar ölümü göze alma pahasına kendilerine yeni bir hayat kurmak için Türkiye’den gitmeye çalışırken ölüyorlar. Son olarak Merkel Türkiye’ye gelip Davutoğlu ile görüşürken Ege’de yeni bir facia yaşandı ve bir günde 11’i çocuk 27 insan boğuldu.
Belli ki biz, özellikle sivil toplum olarak, bir şeyleri olması gerektiği gibi yapamıyoruz; sığınmacılara karşı ahlaki yükümlülüğümüzün gereklerini layıkıyla yerine getiremiyoruz.
EKSİK OLAN BİR ŞEYLER VAR
Bu konuda Türkiye devletinin, sığınmacıları reddeden, onlara çemkiren, ölsünler diye botlarını batıran veya ziynet eşyalarına el koyan tamahkar devletler gibi utanç verici bir tutum sergilemiyor oluşu, onun gösterdiği benzersiz çaba, yine de üstüne düşenleri tam olarak yaptığı anlamına gelmiyor.
Aciliyet kesp eden ve mutlaka karşılanması gereken bir talep olarak çalışma hakkının bir an önce tanınması gerekiyor örneğin.
Sığınmacıların hayat, hürriyet ve mülkiyet haklarını daha etkin bir şekilde koruyacak ve onlara yönelik hak ihlallerini etkin biçimde soruşturacak ilave mekanizmalar oluşturmak gerekiyor.
Türkiye sivil toplumunun mültecilere kol kanat germe konusunda genel olarak başarılı bir sınav verdiğini söylemek mümkün.
Özellikle İslami kesimin yardım örgütlerinin dayanışma amaçlı çalışmaları, bu konuda yüz ağartıcı örnekleri oluşturuyor.
Ama yine de dayanışma talepleri ile bunu gerçekleştiren kuruluşlar arasında belirgin bir kopukluk var. Bazıları da yardımını, en hayati ihtiyaç içindeki sığınmacılara yapmış olup olmadığından emin olamıyor.
Bu da gönüllü hayırseverliğin miktarını azaltıyor.
Oysa pek çok kişi, Aylan bebek örneğinde, bir ailenin kendisi için dünyanın en kıymetli varlığıyla beraber azgın denizin sularına açılmasını getiren çaresizlikten hakkıyla haberdar olsa, ona yardım için seferber olmayı tercih edebilirdi.
Bu noktada devlet ne yaparsa yapsın, “ bütçe ve mali imkanlar” konusunda ne derse desin, sığınmacılar karşısında bireyler olarak bizim sorumluluğumuz ortadan kalkmıyor.
Yardımların ülke çapında daha etkin ve verimli biçimde yürütülmesi mümkün ve bunun yolları üzerine daha fazla düşünmeye ihtiyacımız var.
ÇALIŞMA HAKKI
Devletin atması gereken ilk adım, artık bu insanların önemli bir bölümünün dönecek ülkesi kalmadığı realitesinden hareketle, onlara vatandaşlık ve çalışma hakkı tanımak olmalı.
Sivil toplum da kolektif dayanışmanın yolları ve yöntemleri üzerine daha fazla odaklanmalı. Acilen başka bir şeyler yapılmalı. Çünkü şu an, biz yaşarken, şu an bu yazıyı okurken, çoluk çocuğuyla çaresiz ailelerin, -aşağılık insanların sattığı su üzerinde tutmayan can simitleriyle- karanlık sulara açıldığını biliyoruz. Bir lütuftan değil, sığınmacıların bizim üzerimizdeki haktan ve onun iadesinden söz ediyorum. Eğer onlar, ölümü göze alma pahasına gidiyorlarsa sorumluyuz demektir.
Yeni Yüzyıl