Müzakere zeminine dayalı bir kültürün siyasi formasyonu müzakereci demokrasi olur. Geçen yazımda Batılı demokrasilerin zaafına değinmiştim. Ama kuşkusuz sorun bundan da ibaret değildir. Batı'da birbirleriyle rekabet etmekte olan siyasi partiler Fransız Devrimi'nin üç ayrı idealini iktidar kılmak isterler. Bu, farklı çıkarları olan sınıfların da rekabetini ima eder.
Devrimin "özgürlük" idealini liberal partiler, "eşitlik" idealini sosyalist ve komünist partiler, "kardeşlik" idealini de Hıristiyan demokrat partiler temsil ederler. Her üç ideali birleştiren siyasi hareket veya parti mevcut değildir. Olamaz, çünkü Batı tarihinde sınıfların ortak bir paydada buluşmaları eşyanın tabiatına aykırıdır. Demokrasi ve anayasalar birer uzlaşma zeminidirler, ama bu, üzerinde rekabet edilecek zeminlerdir. Yani sınıflar eskiden olduğu gibi kanlı çatışmalara ve savaşlara girişmeyecek, demokratik yolları kullanıp ve anayasaya bağlı kalıp birbirleriyle rekabet edeceklerdir. Rekabet veya yarışın sonucunda kim iktidar olursa bu, onun kendi sınıfsal çıkarını koruması ve geliştirmesi anlamına gelecektir. Gel gör ki, bugün için artık bunun önemi kalmamıştır. Zira bir ülkenin ulusal sınırları içinde birbirleriyle çatışma halinde olan sınıflardan çok, küresel sınıflardan ve çelişkilerden söz eder hale gelmiş bulunuyoruz. Yani eğer ortada bir eşitsizlik ve kapitalistik bir sömürü varsa –ki elbette vardır- bu belli bir toplumun sınıfları arasında değil, ülkeler ve bölgeler arasında süren bir eşitsizlik ve sömürüdür. Bu açıdan da Avrupa'nın sınıflı tarihine göre şekillenmiş bulunan klasik demokrasi yeni küresel sorunlara cevap veremez hale gelmektedir. 19. yüzyılda aydınlanmanın ebedi ideolojisi (dini?) olarak formüle edilen pozitivizm çökünce "toplum projesi" de çökmüş oldu. Postmodernizmin en belirgin vasfı, klasik modernliğe ait toplumu çözmüş bulunmasıdır. Bunun da küresel düzeyde ve her sınıfın yaşadığı hayat alanına nüfuz eden bir çözülme olduğunu unutmamak lazım. Eğer İstanbul'da premodern, modern ve postmodern semtler (Küçükköy, Bakırköy, Maslak) bir arada yaşıyorsa, toplum çözülürken, bu semtlerde de çözülmeler olmaktadır. Sadece iktisadi gelir düzeyi yüksek sınıflar değil, orta ve alt sınıflar da çözülüyor.
Bizim sözünü ettiğimiz müzakereden tabii ki Batılılar habersiz değildir. Fakat bizim Kur'an'ın anahtar terimi olarak seçtiğimiz "müzakere"den kastettiğimiz ile Batı'da bu terimden anlaşılanlar farklıdır. Semantik olarak Batılıların müzakereden anladıkları dini dogmaların tartışmaya açılmasıdır. Şöyle ki: Mademki aydınlanmanın temel felsefi varsayımlarına göre mutlak hakikat yoktur, bu durumda dinin öne çıkardığı inançlar ve kilise dogmaları tartışmaya ve eleştiriye açıktır. Fakat zaman içinde birtakım konular tartışma ve eleştiri dışına çıkarıldı; marjinal grupların kazandıkları yasal korumalar onlar için birer laik dogma hükmüne geçti. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki müzakereyi Umbreto Eco şöyle anlatır: "Müzakere Soğuk Savaş'ın önemli noktalarından biriydi. İki blok şöyle diyordu: Ben ayağımı oraya basmıyorum, ama sen de buradan ayağını çek. Veya ben atom silahlarını sınırlıyorum, fakat sen de onları yapmaktan vazgeç. Bu sessiz, zımni bir müzakereydi."
Bizim kavramsal çerçevesi üzerinde durduğumuz müzakere bu değildir. Esasında Eco da, bahsettiği müzakere sürecinin sona erdiğini yakınarak anlatır: "Bugün biz müzakerenin bu anlamını kaybettik. Toplu tüfekli siyaset, cepheden çatışma siyaseti dönemlerine geri döndük."
Ortadaki resim şu: Toplum çözülüyor, çözüldükçe şiddet yüklü bir kültür herkesi etkisi altına alıyor. Sınıf çıkarı, pozitivizm ve ulus-toplum zemininde teşekkül eden Batılı demokrasiler birleştirici-ortak payda üretemiyor. Müzakereci demokrasi, öncelikle bir zihniyet değişimini öngörür. Bu yeni bir perspektiftir. "Müzekere"nin öncesinde "muarefe", sonrasında "muahede" vardır.
ZAMAN