Günlük hayatımızda “Mutlu musun?” sorusuyla sıkça karşılaşıyoruz. Ve bu sorunun cevabı kişiden kişiye göre değişiklik gösteriyor.
Ama aslında üzerinde durulması gereken husus bu soruya verilecek cevap değil, bu sorunun neyi ihtiva ettiğidir.
Zaten söz konusu soruya verilen farklı cevaplar da esasen insanların “mutluluk” kavramına yüklediği değişik anlamlardan ileri geliyor.
Fatma Barbarosoğlu, bugün Yeni Şafak’ta yayımlanan “Mutlu değilim hamdolsun, sadece sorumluyum...” başlıklı yazısında bahsi geçen kavrama insanlar tarafından yüklenilen bu farklı anlamlar üzerinde duruyor:
I-
Bir program sonrası tam beni almaya gelen araca bineceğim sıra, “Sizinle gelebilir miyim?” dedi.
“Nereye gideceksiniz?” dedim.
“Gideceğim yer önemli değil yol boyunca sizinle sohbet etmek istiyorum sonra başımın çaresine bakarım” dedi.
“Peki sonra ne yapacaksınız nasıl döneceksiniz?” diye endişe ile sordum.
“Şoförüm beni takip edecek.”
Beni almaya gelen araç “yurdum araçları”ndan biriydi. Bizi takip eden araç son model “müteahhit aracı”.
Henüz yola koyulmuştuk ki, “Mutlu musunuz?” diye sordu.
Ne cevap vereceğim?
“Gazeteci misiniz? Dünyanın en değişik söyleşisini mi yapacağız?” dedim, öyle olmadığını tahmin ettiğim halde.
Yüzü düştü.
Yorucu gece, sıkıcı geceye evrilmek üzereydi ki, en iyisi bildiğim yoldan yürüyeyim dedim, onca yorgunluğuma rağmen sorularına cevap vermeye gayret ettim:
Mutlu musun sorusu yanlış bir soru. Yanlış soruların doğru cevabı olmaz. Mutluluk tüketim toplumunun kelimesi. Saadet kelimesi ile eşanlamlı olarak öğretiliyor. Bu doğru değil. Şarkılara bile geçmiştir: “Para ile saadet olmaz.” Oysa tüketim toplumu bize mutluluğun rotasını para üzerinden çizer.
Saadetin temeli eski Yunan’a kadar uzanır. Saadetin kaynağı insanın içindedir. Huzur ile mayalanır.
İnsan kendisi ile baş başa kalmaktan sıkılmadığı sürece mesuttur. Evet mesut. Ama çoğu zaman kendi kendimizle kalmaktan korkarız. İçimize çekilmek bizi ürkütür. Oysa bütün dinler insanı kendi içine çekilmeye teşvik eder. Tefekkür dediğimiz, dış dünyadan yavaş yavaş kendi içimize çekilerek, bize şah damarımızdan daha yakın olan ile mesafeyi eritme gayretidir.
Annemizden doğarken yalnızdık, kabrimizde de yalnız bekleyeceğiz kıyameti. Bize eşlik eden hayırlı amellerimiz var ise ne âlâ. Yalnız kalmaktan korkmadığımız zaman dünya telâşına karşı bağışıklık kazanmış olacağız.
Son derece güvenli bir ortamda meselâ evimizde yalnız kalmaktan niye korkarız?
Çünkü tüketim kültürü bizi dışarıya çağırır. İçimize dönmekten alıkoymak ister. Kadim kültürde münzevinin bir saygınlığı vardır. Oysa tüketim toplumunda “yalnız insan” tedirgin edici görünüyor.
Kişiden sürekli olarak “kalabalık bir fotoğraf” bekliyor popüler kültür.
Uçan kuştan, yerdeki karıncaya kadar kâinatın diline sahip, her canlının hayatına saygılı, merhamet ehli birisi sırf “sosyal medya hesabı” olmadığı için yani kendi hayatını “paylaşmadığı” için itici bulunabilir, bir sorunu olmalı bunun diye en hafif ifadesi ile asosyal olarak damgalanabilir.
İhtimal cümlesi kurduğuma bakmayın, artık öyle görülüyor.
Korsan konferans veriyordum ve misafir yolcunun tamam ben burada ineyim demesini bekliyordum. (Eve gitmeden önce birkaç dakika kendi içimde yol almak istiyordum.)
Ama adının S. olduğunu öğrendiğim genç kız inmedi. Öyle birlikte yol aldık.
II-
S., 28 yaşında eczacılık mezunu. Eczane açmayı düşünmüyor. Oysa “oturduğun yerden para kazanırsın” diyen babası kızına biran öce “eczane dükkânı” açmak istiyor. “Bir dükkâna bağlı kalmak bana göre değil” diyor S.. Eczane sizin için “dükkan” anlamına geliyorsa bence de açmayın diyorum.
Eli yüzü düzgün, tarz giyimi ile dikkat çeken, anladığım kadarıyla aileden zengin bir genç kız S..
Bütün soruları mutluluğa ve mutsuzluğa dair.
S., bütün yaşıtları gibi “kendisini mutlu edecek biriyle” evlenmek istiyor. Evlenip bir an önce çoluk çocuk sahibi olmayı, çocuklarını anlatan bir blogger olmak istiyor. Bunu doğrudan ifade etmiyor. Ama neden eczane açmak istemediğini “çocukları ile çok mutlu hayat yaşayan” arkadaşı üzerinden anlatıyor:
“Uzak bir hayalden bahsetmiyorum. Bunlar ulaşılamayacak hayaller değil. Arkadaşım M. meselâ. Çok iyi bir evliliği var. Kocasının bütün yurtdışı gezilerine katılıyor. Üç çocuğu olduğu halde. Sonra çocukları ile neler yaptığını anlatıyor. Çok mutlular. Öyle hoş fotoğrafları var ki!”
S.’nin anlattığı her şey iki cümle ile bitiyor: “Çok mutlular, çok hoş paylaşımları var ya da hiç mutlu değil herhalde, ne vakittir hiçbir paylaşımda bulunmuyor.”
Kapının önüne geldiğimizde, “Sizce ben ne yapmalıyım?” diye sordu.
“Nasıl yani? Bir başkası, üstelik sizi hiç tanımayan birisi sizin ne yapmanız gerektiğini size söyleyecek, siz de ona uyacaksınız öyle mi?”
Şaşırıyor.
“Ben daha önce bu soruyu pek çok kişiye sordum. Hepsi de kendilerince bir şey söyledi. Siz bir sosyologsunuz, hikâye yazıyorsunuz, sizin herkesten çok şey söylemeniz gerekmiyor mu?”
“Söylemişler ama size bir faydası olmamış. Hâlâ sormaya devam ettiğinize göre...”
Yol bitti artık ayrılmamız gerekiyor.
“Yolu kapatmasak diyorum... Gece yarısı, ne olur ne olmaz...”
“Siz mutlu musunuz bari onu söyleyin” diyor.
Başladığımız yere geri döndük.
“Benim kelimem mutluluk değil” diyorum.
“Peki, huzurlu musunuz?” diye soruyor bu defa.
“Şu yaşadığımız çağda bu mümkün değil. Bunca şiddet ve savaş haberi arasında nasıl huzurlu olabilirim ki?”
“Kendinizi başarılı buluyor musunuz?”
“Başarı kelimesi fazla simetrik bir kelime. Simetrik kelimeleri insan hayatı için uygun görmüyorum. Nesnenin inşası başarılı olabilir. Ama insan için başarılı kelimesini kullanmam.”
“Tamam!” diyor heyecanla. “Son soru. Lütfen buna cevap verin. Sizi siz yapan ne o halde?”
Aslında zor bir soru. Gecenin bir vakti olmasaydı mümkün değil, cevaplayamazdım. Ama hiç düşünmeden ve fakat sonradan üzerinde uzun uzun düşüneceğim cevabı veriyorum:
“Benim kelimem sorumluluk. Beni ayakta, hayatta tutan sorumluluklarım.”
“Yurdum arabası”ndan iniyor “son model müteahhit arabası”na biniyor S..
Vücut dili yine OLMADI diyor...