“Mustafa” tartışmaları

Can Dündar’ın Mustafa’sı gösterime girer girmez üzerine söylenen sözler de hemen yoğunlaştı. Bunun böyle olacağı tabii ki daha işin başından belliydi. Türkiye, şu dönemde, şimdiye kadar hiç olmadığı gibi ve hiç görülmemiş bir ölçekte, kendi geçmişiyle yüzleşmek ve hesaplaşmak durumunda. Bu “akademik” mahiyette, “geçmişi daha iyi öğrenmek” için girişilmiş bir çaba değil elbette; geçmişten çok geleceğe dönük bir etkinlik. Şimdiye kadar bize bir şeyler olduğumuz söylenmiş. Bir noktaya geldik ki, bunun yalnızca böyle olmadığı değil, bu yalan üstüne kurulu her şeyin de bozuk ve kötü olduğu ortaya çıktı. Onun için, kendimize özgür, demokrat bir gelecek kurabilmek için, geçmişin bilgisini de düzeltmemiz gerekiyor. İki çaba iç içe girmiş, birini öbüründen ayırmak mümkün değil.

Atatürk doğal olarak bu büyük soruşturma-araştırmanın hayatî bir parçası. Yaşadığımız hayatı en fazla belirlemiş olan kişi Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet ve modernleşme yolunda girişilen dönüşüm. Bu fiilen böyle. Ama bir yandan da, onun adına kurulmuş bir ideoloji içinde yaşayarak bugünlere geldik.

Althusser’in kullandığı terimle, Türkiye’nin “ideolojik aygıt”larının tamamı, kendimi bildim bileli, her şeyden çok “Atatürk” sözü etti, ona ne kadar fazla minnet duymamız, onu ne kadar çok sevmemiz gerektiğini anlattı, onun yolundan çıkılamayacağını söyledi. Dünyada ne olursa olsun, bu kadar fazla sözü edilirse insanı bıktırır. Hele bu iş bizdeki gibi kaba saba kalıplar içinde yapılırsa. Böyle de olmuştu.

1960 darbesi Atatürkçülük adına yapıldı. 12 Mart da öyleydi. Ama 12 Eylül, bir de 100. yıldönümüne gelmenin avantajından yararlanmak amacıyla, yıllardan beri olanı birkaç kere katladı. Ancak, 12 Eylül’ün sürdüğü birkaç yıl değil, o dönemde eğitim aygıtında gerçekleştirilen yeni mekanizmalarla, toplumsal ideoloji sıkı bir denetim altına alındı ve Atatürkçülük bir çeşit din haline getirildi.

Bütün bunlara rağmen, özlenen hedefe erişilemiyor. Bunların sonucunda, evet, Eruygur’lar önderliğinde “Atatürk Mitingleri”ne çok kalabalık katılımlar sağlandı. Ama bu, zaten bu ideolojik alan üzerinde oturan kesimin etkinleştirilmesi anlamına geliyordu. Toplumun tamamını seferber etmeye yetmiyordu.

Mustafa Kemal’i gerçekten sevenler arasında, burada özetlemeye çalıştığım bu resmî tapınma havasından hoşnut olmayanlar var. Onlar, Mustafa Kemal Atatürk imgesinin toplumun bütününü ayağa kaldıracak bir imge olamamasını, bu resmî propagandanın genel sevimsizliğine bağlıyorlar. Doğal olarak, daha “insancıl”, daha “güler yüzlü” bir Atatürk imgesine ihtiyaç duyuyorlar.

Değerlendirebildiğim kadarıyla Can Dündar da böyle düşünenler arasındadır. İnsanın en “insanî” kabul edilen çocukluk çağını filmine ana konu olarak seçmesi, böylece bu samimî “Mustafa” hitabına ortam hazırlaması, herhalde bu gibi kaygılara dayanıyordu. Gene, “çocuk”luğun vurgulanması, asıl “tabu” konusu yılların eylemlerinden uzaklaşmaya da imkân tanıdı.

Film gösterime girdi ve konuşma başladı. İlk anlamlı konuşmalardan birinin sahibi de Deniz Baykal oldu. Deniz Baykal, Türkiye’nin içinde AKP bulunan bir Türkiye olmasından bu yana kendine bir çizgi çizmişti. Bu çizgide istikrarla yürüdüğü için yaptıkları ve söyledikleri artık kimseyi şaşırtmıyor. Bir tek, bu derece “şaşırtmaz” olmanın şaşırtıcılığından söz edebiliriz.

Baykal, ezcümle, Türkiye’nin Ortodoks ikonu olarak Atatürk resminden vazgeçemeyeceğimizi söyledi. Onunla hemfikir olan kurumlar var Türkiye’de ve zaten o kurumlar öyle olduğu için Türkiye de böyle. Baykal bunların hepsini onayladı, olumladı ve bundan sonra da aynen bu şekilde devam etmemiz gerektiğini bildirdi.

 

TARAF