Bugün müritleri tarafından 'Bediüzzaman' (zamanımızda eşi, benzeri bulunmaz kişi), 'hakikat kahramanı', 'ilmi açıdan Aristo'yu, İbni Sina'yı, Farabi'yi geride bırakan filozof', 'Türkiye'nin Gandhi'si' diye tanımlanan; siyasetçiler ve bilim adamları tarafından 'dinler arası diyaloğun başlatıcısı', 'ihya geleneğinin temsilcisi', 'tefsir okulunun mümtaz şahsiyeti' olarak nitelenen Said-i Nursi, sadece kurucusu olduğu Nurculuk akımının günümüzdeki etkileri açısından değil, Milli Mücadele sırasında dinsel çevrelerle, pragmatik nedenlerle kurulduğu anlaşılan ittifakların Cumhuriyet'in ilanından sonra tasfiye edilmesi sırasında yaşanan başarısızlıkları sembolize etmesi açısından da önemli bir figürdür.
Said-i Nursi, 1876'da Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde doğdu. (Karşıtlarına göre kasabanın adı Nors olduğu halde, 'ışık' anlamına gelen Nur sözcüğüne benzerlikten yararlanabilmek için kasten Nurs olarak telaffuz ediyordu.) Babası yedi çocuklu küçük bir toprak sahibi idi. Said-i Nursi'ye göre aile, Hz. Muhammed'e kadar uzanıyordu. Said-i Nursi, sert ve kavgacı mizacı yüzünden medrese eğitimini tamamlayamadı. Ancak, kendi iddiasına göre 15 yaşında 'Bediüzzaman' mertebesine erişti.
İki önemli tarikat
Said-i Nursi'nin memleketi Bitlis, 19. yy'dan itibaren Nakşibendi tarikatının Halidiye kolunun merkeziydi. Said-i Nursi hem Nakşibendilik'ten hem de Nakşibendiliğin rakibi Kadirilik'ten etkilenerek büyüdü. Yöredeki Osmanlı devlet ricaliyle yakın ilişki kurarak bilgi ve görgüsünü artırdı. 1900'lerin başlarında, 'özgürlük, ilerleme, uygarlık, milli birlik, insan emeği, bilim' gibi liberal-meşrutiyetçi bir terminoloji kullandığı görülen Said-i Nursi, 1908'de Saray'a dilekçe yazarak 'Kürdistan'a' eğitim yatırımları yapılmasını ve bir üniversite açılmasını isteyince gördüğü tepki, akıl sağlığını kontrol ettirmek için Topbaşı Tımarhanesi'ne yollanmak oldu. Sonrası baş döndürücü bir hızla geçti. Kurucularından olduğu İttihad-ı Muhammedi'nin (Müslüman Birliği) önderlik ettiği 31 Mart olayına katılmakla suçlandı, ceza almadı. 1. Dünya Savaşı sırasında Teşkilat-ı Mahsusa'ya katıldı, Sunusileri Osmanlı devletinin ünlü cihat çağrısına katılmaya ikna etmek için Libya'ya gitti. Dönüşünde Bitlis savunmasında Ruslara esir düştü. İki yıl dört aylık esaretten sonra, Petersburg, Varşova, Berlin ve Viyana üstünden İstanbul'a geldi.
Milli Mücadele başladığında, İstanbul Sarıyer'de oturuyor, Dar ül-Hikmet il-İslamiye'de (İslam akademisi) hocalık yapıyordu. Kafasında gençliğinde Van Kütüphanesi'nde tanıştığı fizik, kimya, astronomi, matematik gibi doğal bilimler ile dini eğitimin birlikte verileceği üniversitesini kurmak vardı. Kahire'deki Cami'ül-Ezher'in 'kız kardeşi' olarak tahayyül ettiği Medrese't-üz Zehra'nın kuruluşu için İstanbul'dan ümidini kestiğinden, Kuva-yı Milliye Hareketi'ne yaklaştı. O günlerde başarıya ulaşmak için her türlü ittifakı yapmaya hazır olan Mustafa Kemal de Said-i Nursi'yi Ankara'ya davet etmekte gecikmedi. Ama, 9 Kasım 1922 tarihinde TBMM'de 'hoşamedi merasimi' ile karşılanan Said-i Nursi, Ankara'daki havayı görünce, dilini tutamayıp 19 Ocak 1923 tarihinde Meclis'e hitaben yazdığı on maddelik beyannamesinde, peygamberlerin Şark'ta, filozofların da Garp'ta ortaya çıkmasını 'kaderin bir işareti' sayıp, "Şark'ı ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değildir" diyor ve "bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu, Frenk mukallitlerini Müslümanlara tercih ederlerse", İslam Âlemi'nin dikkatini başka tarafa çevireceği çıkışını yapınca durum değişti.
Mektuptaki laflardan pek heyecanlanan 50-60 kadar mebusun oracıkta namaza durmasından rahatsız olan Mustafa Kemal'in "Sizin gibi kahraman bir hoca bize lazımdır. Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz" diyerek sitem ettiği söylenir. Said-i Nursi ise güya "Paşa! Paşa! İslâmiyet'te imandan sonra en yüksek hakikat, namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur" demiştir. Yine yandaşlarına göre, tartışmadan dolayı Mustafa Kemal önce özür dilemiş, ardından kendisine mebusluk, Diyanet azalığı ve Şark Umum Vaizliği önermiştir. Ancak Said-i Nursi bunları kabul etmemiştir... Ankara'dan ayrılıp Erzurum'a geçen Said-i Nursi, 13 Şubat 1925'te patlak veren Şeyh Said Ayaklanması'na katılmakla suçlandığında, Mustafa Kemal'in aslında ne düşündüğünü anlamış olmalıdır.
Sürgün günleri
Said-i Nursi, kendisini desteğe davet eden isyancılara gönderdiği mektupta asırlardan beri İslamiyet'in bayraktarlığını yapan Türk milletine kılıç çekmenin dinen caiz olmadığını, böyle bir şeye niyet edildiğinde bunun başarısızlıkla sonuçlanacağını söylediğini iddia etti, ancak isyancı Kürt liderleriyle birlikte önce Antalya'ya, sonra Burdur ve Isparta'ya sürülmekten kurtulamadı. İleriki yıllarda kendisine 'Said-i Kürdi' denmesi de bu olaydan dolayı oldu.
Ancak Cumhuriyet yönetimi, nedense, sürgün yeri olarak Bitlis gibi din adamı yetiştiren, muhafazakâr, merkezden kopuk dağlık şehir olan Isparta'yı seçmişti. Mevlevi ve Nakşibendilerin güçlü olduğu Isparta'da 60 medrese, 200 Kuran kursu ve sayısız tekke vardı ve sadece birer dinsel lider değil aynı zamanda toplum önderi olan din adamları ise birden zeminlerini ve statülerini kaybettikleri için merkeze öfkeli idiler.
Hafız İbrahim tarafından kurulan Demir Alay ve 'Isparta Mücahitleri' gibi örgütler aracılığıyla Milli Mücadele'ye katılan Isparta şehir eşrafı ise Cumhuriyet Halk Fırkası'nın en ateşli destekleyicisi idi. Bu sadakatin karşılığında şehirde merkezi hükümetle işbirliği yapanlar giderek zenginleşirken, köylerde yoksulluk aynen devam ediyordu. Said-i Nursi, böyle bir ortamda, yoksul ve muhafazakâr kesimlerin merkezi devlete yönelik tepkisini yönlendirmeyi gayet iyi başardı.
Hapis ve yeniden sürgün
Vaazlarında hâlâ 'elektrik enerjisi', 'motor', 'santral' veya 'fabrika' gibi Batı ürünü teknik metaforları kullanıyor ama, ilişki ağını Bitlis'teki Halidiye üyelerinden, Van'dan gelen öğrencilerinden, isyanlar yüzünden sürülen Kürt aşiret reislerinden oluşturmuştu. Said-i Nursi, giderek popülerliğinin artması üzerine bu sefer Isparta'nın Barla Köyü'ne sürüldü. 1932'de Arapça ezan yasaklandığı sırada köyde Arapça ezan okumak yüzünden tutuklandı, fakat ceza almadı. 1934'te Barla'dan tekrar Isparta'ya getirildi. Öğrencilerinin sayısı hızla artınca Eskişehir'de hapse atıldı. 1936'da serbest bırakıldıktan sonra yedi yıl kalacağı Kastamonu'ya sürüldü.
Nurculuk nedir?
Popülerliğini, sürgüne gönderildiği illerin Bitlis'in tersine, seçkinci olmayan muhafazakârlığına, uzun vadeli başarısını ise Cumhuriyet'in hızlı ve yüzeysel laiklik politikalarının başarısızlığına borçlu olan Nurculuk aslında bir tarikat olmaktan çok bir tefsir ekolüdür. Nurculuğun temel düsturu, modern bilim ve felsefeye karşı imanı korumaktır. Ancak, Said-i Nursi'nin Risale-i Nur külliyatını, söz dizimi ve kullanılan sözcükler yüzünden okumak ve anlamak zordur. Bunun temel nedeni anadili Kürtçe olan Said-i Nursi'nin Türkçeyi 20'li yaşlarında, Arapçayı ise daha sonra öğrendiği için risalelerini yardımcılarına (Nur şakirtleri) yazdırması olmalıdır. Bazıları bu metinlerin aslında basit bir içeriği olduğunu, bazıları ise İslam mistisizmine has esoterik dili yüzünden basit sanıldığını ileri sürer.
Nurcular fikirlerini yaymak için şiddete başvurmazlar. Batı kurumlarını ve kültürünü "Müslümanlığa külliyen aykırı" bulmakla birlikte Batı'nın toplumsal seferberlik usullerini, teknik olanaklarını kullanmakta sakınca görmezler. Said-i Nursi, 1925 sonrası yazılarının hiçbirinde Halifelik kurumundan söz etmediği halde, Müslümanların belirli bir siyasi düzenin uyruğu değil, bir cemaatin üyesi olarak harekete geçmesine yaptığı vurgu Cumhuriyet elitlerini çok endişelendirmiş görünmektedir. Ancak Hıyanet-i Vataniye Kanunu ve İstiklal Mahkemesi gibi organların gadrine uğramaması da ilginçtir. Öte yandan Barla Mektupları ve Emirdağ Lahikası'nda adını vermeden Mustafa Kemal'den 'Deccal' diye söz etmesi, müritleri-nin de Mustafa Kemal hakkında 'Beton Kemal' türü aşağılayıcı ifadeler kullanması, destekçisi olduğu Demokrat Parti'nin bile üzerindeki yasağı kaldırmasını imkânsız kılmıştır. Said-i Nursi, ölümünden sonra geride bir 'halife' bırakmamıştır. Hareketin günümüzde bir heyet tarafından yönetildiği sanılmaktadır.
Ankara'da 'mürteci', Mısır'da 'Hıristiyan!'
Fikir ayrılığına düştüğü Ankara'da 'mürteci' gözüyle bakılan Mehmet Akif Ersoy'a, uzun süre kaldığı Mısır'da Batılı giysileri nedeniyle 'Hıristiyan Akif' deniliyordu
İstiklal Marşı'nın şairi Mehmet Akif Ersoy, son yıllarını Mısır'da geçirdi.
Said-i Nursi'nin 1907'de İstanbul'a geldiğinde kaldığı Şekerci Han'ın müdavimlerinden biri de İslamcı-Türk şiirinin usta kalemi Mehmet Akif (Ersoy) Bey'di. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Teşkilat-ı Mahsusa adına çeşitli ülkelerde gizli görevlerde bulunan Ersoy, savaş sırasında Dâr'ül-Hikmet'ül-İslâmiye'nin başkatipliğini yapıyordu. Dostları tarafından "Hazret-i Arif" diye anılan Mehmet Akif 1919'da, Kuva-yı Milliye'yi desteklemek için Bandırma'da yaptığı konuşma yüzünden görevden alınınca, Anadolu'ya geçti ve Burdur milletvekili olarak BMM'ye alındı. 23 Ocak 1920'de Cuma günü Balıkesir'deki Zağanos Paşa Camii'nde halkı Yunanlılara karşı Milli Mücadele'ye davet etti. Benzeri bir konuşmayı Ankara'da Hacı Bayram Camii'nde de yaptı.
Ekim 1920'de, Konya Ayaklanması'nı önlemek, halka öğüt vermek için Konya'ya gönderildi. Oradan Kastamonu'ya geçti ve Nasrullah Camii'nde Sevr Antlaşması'nın içyüzünü, Milli Mücadele'nin niteliğini anlatan coşkulu bir vaaz verdi. Bu vaaz Diyarbakır'da basılarak bütün vilayetlere ve cephelere dağıtıldı. Şubat 1921'de, İstiklâl Marşı'nın güftesini yazdı, ancak ihtiyacı olduğu halde kendisine ödül olarak verilen 500 lirayı bir hayır kurumuna bağışladı. 1922'den itibaren kışlarını Mısır'da geçirmeye başladı, Cumhuriyet'in kurulmasından sonra tümüyle Kahire yakınlarındaki Helvan'a yerleşti. 1926-1936 arasında Kahire'deki Câmi-ül Mısriyye Üniversitesi'nde Türk Dili ve Edebiyatı müderrisliği yaptı. Yakalandığı siroz hastalığını tedavi için döndüğü İstanbul'da 27 Aralık 1936'da öldü.
Milli Mücadele'nin başında İslamcı unsurları davaya kazanmak için Meclis'e davet edildiği, bu tür bir desteğe ihtiyaç kalmayınca gözden düştüğü anlaşılan Mehmet Akif'in Ankara'da 'Arap Akif', 'mürteci Akif' diye alaya alındığı söylenir. Mısır'da ise entari giyip dolaşmak yerine ceket, pantolon ve frenkgömleği giydiği gerekçesiyle 'Hıristiyan Âkif', 'Gavur Âkif' denen Mehmet Akif'in ülkeden ayrılışını 'şapka giymemek için' diye açıklayanlar vardır.
Akif ülkeden ilk ayrıldığında henüz Şapka Devrimi yapılmadığı için bu iddia pek inandırıcı değildir ama ülkeden ayrılmasının 'laiklik' konusundaki fikir ayrılıklarıyla ilişkili olduğu açıktır. Ülkeyi terk ederken, bir arkadaşına, "Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum" demiştir. Bu tepkisi eski bir Teşkilat-ı Mahsusacı için oldukça naiftir ancak, ileriki yıllarda muhaliflerin başına gelenler düşünülünce, gayet gerçekçidir.
Emirdağ yılları
Mustafa Kemal'in ölümünden sonra önce Denizli'ye sonra Afyon-Emirdağ'a sürülen Said-i Nursi sürekli takip edildi, defalarca tutuklandı ve yargılandı. 1948 yılında açılan son davada 20 ay hapse mahkûm oldu. 1950 affıyla serbest bırakıldı ve Emirdağ'a döndü. Demokrat Parti'yi desteklemesine rağmen Ankara'ya gelmesine izin verilmedi. 24 Mart 1960'da Urfa'da hayata gözlerini yumdu. Öldüğünde önce Urfa'daki Halilülrahman Camii Haziresi'ne defnedildi. 1960 İhtilali'nden sonra, Yassıada Mahkemeleri'nde Said-i Nursi konusu defalarca gündeme geldi. İhtilal Komitesi'nin, cenazesini Urfa'dan alarak Isparta dağlarında bilinmeyen bir yere naklettiği söylendi. Ancak Kasım 2006'da yayınlanan Polis Arşiv Belgeleri'nde Gerçekler adlı kitaptaki tutanağa bakılırsa, cenaze (muhtemelen komitenin isteği ile), kardeşi Abdülmecit Ünlükul tarafından 12 Temmuz 1960 günü Afyon'a getirilmiş, buradan Isparta Şehir Mezarlığı'na defnedilmiştir. Halen mezarının nerede olduğu bilinmemektedir.
RADİKAL