İnsanı acı acı tebessüm ettiren tuhaflıklar silsilesi mantığın en temel değerlerine bile tecavüz ediyor. Ayasofya’nın müze yapılmasını da 86 yıl sonra cami olarak yeniden ibadete açılmasını da Ulu Önder Atatürk’e borçlu olduğunuzu sakın unutmayın diye tembihliyorlar. Kızların, kadınların başörtülü olarak eğitim ve çalışma hayatının dışında tutulmasını da bugün okuyup çalışabilmelerini de yine Ulu Önder Atatürk’e borçlusunuz diye azarlıyorlar. Okunan ezanları, kılınan namazları, çalıştığımız fabrikaları, bindiğimiz metro ve trenleri, içtiğimiz suyu, teneffüs ettiğimiz havayı da Ulu Önder Atatürk’e borçlu olduğumuzu her fırsatta ihsas ediyorlar. O mübarek kurtarıcı ve kurucu olmasaydı sizin gibi faniler şerefli bir hayat yaşayabilirler miydi zaten diye despotça bağırıp çağırıyorlar?
Soru Yanlış, Cevap Nasıl Doğru Olsun?
Bitmiyor bu bağırtılar, azarlamalar. Hepimizden ve her zaman şükran bekliyorlar Ulu Önder’e. Ayasofya yıkılsaydı, üzerine füze atılsaydı bu kadar gürültü patırtı olmazdı. Ancak Allah-u Ekber diyerek alınan tekbirlerle saf saf kıyama durulan, rükua ve secdeye varılan bir cami olarak ibadete açılması Kemalist kesimler açısından kıyamet alameti sayılıp feveran edildi. Aslına bakacak olursanız Kemalizm ve devlet sınıfları ezmek ve yok etmek istedikleriİslami sembollerin gazabına uğruyorlar. Devlet imkânlarıyla, despotik yöntemlerle, halkın rızasını çiğneyerek seküler-ulus toplum yaratmaya kalkışmanın ne kadar büyük bir ütopya olduğunu hala idrak edemeyenler var. Türkçe ezan, Kur’an ve başörtüsü yasağı, Kürtler ve Kürtçe üzerinden yükseltilen inkâr ve asimilasyon, askeri vesayet ve darbe geleneği gibi alanlarda Kemalist ütopyanın duvara tosladığını göremeyenlerin Ayasofya’da ayılmasını beklemek fazlasıyla safdillik olurdu zaten.
“Neden Mustafa Kemal’le uğraşıyorsunuz, Kemalizm’den ne istiyorsunuz?” mealinde sitemler, sitayişler, nankörlük ithamları uçuşuyor havada. Efendim kimse Mustafa Kemal’le, Kemalizm’le uğraşmıyor. Bilakis Mustafa Kemal ve Kemalizm bu halkın inancıyla, ibadetiyle, sembol ve değerleriyle uğraşıp kavga ettiği için doğal olarak hak ve özgürlüklerimiz için direnç sergileniyor. “Neden Ayasofya’yı müze olmaktan çıkarıp ibadete açıyorsunuz?” sorusu edepsizce ve mantıksızca ileri sürülen çirkin bir hileden ibarettir. Asıl soru “Ulu Önder’iniz hangi hak ve yetkiyle, toplumun rızası olmaksızın neden Ayasofya’yı müzeye dönüştürdü?” sorusudur. En başta şu kaideyi hatırlatalım: Ayasofya başta olmak üzere Allah’ın adının yüceltilmesi için kurulan hiçbir mescid Tek Adam ve Tek Parti rejimin inşa etmek istediği seküler-ulus toplum modelinin fideliği değildir.
Laik-seküler devlet sınıflarının uydurduğu gibi “Ayasofya meselesi siyasal İslamcılık davasının sembolünden ibaret” masalı resmen gümlemiştir. Tıpkı “türban siyasal İslamcıların sembolüdür” kara-propagandasının gümleyerek çöküşü gibi bir çöküştür bu. Öyle ki, ekonomik açıdan ciddi sıkıntıların yaşandığı, işsizlik ve geçim sorununun geniş kesimleri diken üstünde yaşattığı bir vasatta bile Ayasofya’nın ibadete açılışı ülkede muazzam bir heyecan dalgası oluşturmuştur. İşsizlik, geçim sorunu, kira ve fatura derdi yaşayan yüz binlerce insan yüksek sıcaklık, aşırı nem, belli saatten sonra kesilen ulaşım imkânları hatta salgın hastalık riskine rağmen Ayasofya’ya doğru büyük bir sevinç ve coşkuyla yöneldi.
Kimlik ve Özgürlük Sorununu Hafife Almak
“Millet kirasını, faturalarını ödeyemiyor, Ayasofya’ya bakacak hali yok” frekansından yapılan analizlerin, İslami kimlik ve sembollere yönelik devletin baskısına karşı toplumun geliştirdiği direnci de bu yöndeki hak ve özgürlük taleplerini de hesaba katmadığı anlaşılıyor. Evet, iktisadi daralma, enflasyon, işsizlik, gelecek kaygısı gibi sarsıcı sıkıntılar yaşanıyor ülkede. Fakat toplum “madem ekonomide ciddi bir daralma yaşanıyor, Ayasofya biraz daha kapalı kalıversin, bir şey olmaz” demiyor.
Ayasofya dalgası öylesine güçlü geldi ki CHP-İYİ Parti cephesi karşı çıkmak bir tarafa sessiz kalarak geçiştirme hatta itibarsızlaştırma stratejisinde sebat edemedi. Bu sebeple en kolay ve zayıf hedef olarak Diyanet işleri Başkanı Ali Erbaş’ı “öncelikli hedef” ilan edip hücuma geçti. Her iş bitmiş hutbeye çıkarken Ali Erbaş’ın eline aldığı kılıç, minbere asılı fetih sancakları ve Fatih’in Ayasofya vakfiyesine atıf yapan hutbe “Atatürk’e ve laikliğe karşı savaş ilanı” sayılmıştı. “O kılıç kime karşı çekildi?” türü trajikomik sorularla başlayıp “Atatürk’e ve Atatürkçülere karşı cihad mı ilan ediliyor?” türü paranoyakça kaygıların şaha kalkmasına şahit olduk.
Tutarsızlıklara, tuhaflıklara, klişe propaganda ve kaygılara dair çok sayıda örnek verilebilir elbette. Ancak tanıdığımız bildiğimiz Kemalist refleks ve propagandalara gereğinden fazla odaklanmak yaptığımız, yapacağımız işlerin muhasebesini sağlam ve istikrarlı kılmak noktasında zaafa düşürebilir. Kemalist cenahta yaşanan hayal kırıklığı, saçmalama, ajitasyon ve provokasyonlara karşı uyanık olurken kibir, gurur, rehavet, şımarıklık, onlara benzemek gibi hastalıklardan kendimiz iyi korumamız gerekir. Önemli ve değerli bir adım atıldığı muhakkak. Ancak Türkiye’nin önünde meşakkatli ve uzun bir yol duruyor.
Sembollere yapılan aşırı yüklemeler kısa bir zaman içerisinde anlam ve güven kaybını besleyeceği için hayatın her alanında adaleti temin edecek sistemli ve kalıcı adımlara öncelik vermek icap ediyor. Toplumun hiç umurunda olmadı ama eski Türkiye artıklarını, yolsuzluk ve işkence sembollerini, ahlaksız trolleri “protokol” diyerek Ayasofya’da kılınan ilk Cuma namazına davet etmek coşkunun, hakkaniyetin, ümitlerin üzerine koyu bir gölge olarak düştü. Devlet aklı denilen şey saçma, sıkıcı ve irrite edici protokol ve teamüllerle yeni bir devlet sınıfı ihdas etmeye kalkışmaz umarız.