HAKSÖZ-HABER
Mustafa Çağrıcı Karar gazetesindeki yazısında Golan’daki işgalin ABD tarafından hukukileştirilmeye çalışılmasını değindiği yazısında İslam dünyasının içinde bulunduğu halin bu durumun asıl kaynağı olduğuna söylüyor. Bu arada İslam dünyasına önderlik yapabilecek Türkiye’nin yanlış adımlarla kendisini etkisiz kıldığını iddia ediyor.
Net konuşmamakla birlikte Suriye ve Mısır’da “ideolojik saplantılarımız nedeniyle’ yanlış yapıldığını iddia eden Mustafa Çağrıcı’nın sözlerinden Esed ve Sisi rejimleriyle köprülerin atılmasından rahatsızlık duyduğu anlaşılıyor. Gelinen noktada işbirlikçi ve katliamcı rejimlerin halk isyanlarını bastırmış görünmesi karşısında çokça çevre tarafından dillendirilen “haklı çıktık” havasında sarfedilen bu sözlere ilişkin denilebilecek fazla bir şey yok.
Bunca vahşet karşısında dahi hala “ama ilişkilerimiz kesilmemeliydi” diyenlerin gerekçe olarak öne sürdükleri “eğer bu rejimlerle irtibatımız sürseydi oradaki kardeşlerimize daha fazla katkımız olurdu” tezinin adalet ve ahlak kriterleriyle nasıl bağdaştırılabildiğini anlamak mümkün değil.
Esed zulmü karşısında ne yapılması gerektiğine dair muğlak sözler İstanbul Müftülüğü de yapmış bir ilahiyat hocası olarak Mustafa Çağrıcı’ya yakışmamış. Nitekim kendisi de yaklaşımını pek içine sindirememiş olmalı ki, yazısının devamında uzunca bir bahis açarak İran’ın samimiyetsizliğini de vurgulama ihtiyacı hissetmiş. Aslında Esed rejiminin asıl patronu olan İran’ın konumu üzerinden konuyu özetlemiş ama sanki bu gerçeği kendisi net olarak kavramamış gibi.
Sonuç olarak Golan’dan bahsediyorsak, sorunu getirip son süreçte bölgede oluşan durumun İsrail ve ABD açısından avantaj teşkil etmesine bağlamak adil bir yaklaşım olmaz. 50 yıldır işgal altındaki toprakları için kılını kıpırdatmayan ama halkını vahşice ezen, bombalayan, katleden bir rejimle ilişki sürdürmenin anlamı üzerinde daha bir ciddiyetle durmak gerekirdi!
*
Mustafa Çağrıcı’nın bahse konu yazısı:
Golan Tepeleri Neyi Anlatıyor?
ABD Başkanı Donald Trump’ın Golan Tepeleri konusundaki son kararı, bu ülkenin, İsrail’in “arz-ı mev‘ûd” (vaad edilmiş topraklar)’la ilgili dört bin yıllık idealini gerçekleştirmek için çalıştığını anlatıyor. Bunun büyük adımlarından biri, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınmasıyla atılmıştır. Şimdi sıra Golan Tepelerinin İsrail’e verilmesine geldi. Trump 21 Mart’ta yaptığı açıklamada, “52 yılın ardından ABD için İsrail’in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tam olarak tanımanın zamanı geldi” demişti. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun 25 Mart’taki Washington ziyareti sırasında Trump ABD’nin Golan Tepelerindeki İsrail’in egemenliğini tanıyan belgeyi imzalamış bulunuyor.
İnsanlık için utanılacak bir durum: Dünyada irili ufaklı 193 devlet var ama sadece bir devletin yöneticisi imzayı atınca 191 devletin yapacağı bir şey kalmıyor. “Yeni dünya düzeni” dedikleri bu olsa gerek.
İsrail ile onun emellerine hizmet etmeyi kutsal görev bilen ABD yönetiminin “vaad edilmiş topraklar”la ilgili attıkları bu adımın devamı gelecek. Taha Akyol üstadımızın yakınlardaki bir yazısında aktardığına göre “sofu bir Evanjelik Siyonist” olan ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, 15 Mayıs 2018’de “İsrail’in yanındayız çünkü onun davası bizim davamızdır, onun değerleri bizim değerlerimizdir, onun kavgası bizim kavgamızdır...” demiş. ABD yönetimlerinin İsrail konusundaki ‘büyük strateji’lerinin aşağı yukarı hep bu çizgide devam ettiğini hepimiz biliriz. Bundan sonra da böyle devam edeceği belli.
***
O zaman bu stratejiye karşı olanların, tabii ki en başta Arap ve İslâm ülkelerinin ne yapacakları önemli. Bu sonuncuların herhalde ilk yapacakları iş, İsrail ile ABD arasındaki gibi, hiçbir sebebin bozamayacağı kadar güçlü bir dayanışma ve iş birliği kurmaktır.
Aşağı yukarı on yıl öncesine kadar İslâm ülkeleri arasında bu dayanışma ve iş birliğini sağlama konusunda en şanslı görülen ülke Türkiye idi veya benim gibiler öyle umuyordu. Fakat şimdiki durum tam tersi. Anladığım kadarıyla, çağın gerçekleriyle hiçbir şekilde örtüşmeyen ideolojik saplantılarımız yüzünden –Suriye ve Mısır siyasetinden başlayarak- Arap ve AB ülkeleriyle ilişkilerimiz hususunda inanılmaz hatalar yaptık; bu ülkelerin önemli bir kısmıyla ilişkilerimiz hiç olmadığı kadar bozuldu. Birkaç kez bu hataları düzeltme fırsatı doğduğu halde ideolojik hayaller, gerçekleri görmemizi engelledi. “Daha çoğulcu ve barışçı bir yöntem izlersek hem kendimize hem de -desteklediğimiz gruplar dahil- diğer taraflara daha faydalı oluruz” tarzındaki tavsiyeler umursanmadı.
Geldiğimiz yer ortada: Esed yönetimi karşıtlığında birlikte yola çıktığımız ABD yönetimi, sanki kendi mülküymüş gibi Suriye topraklarının bir parçasını “İsrail’e verdim” deyip imzayı attı ve elli küsur İslâm ülkesi “Kararı tanımıyorum” demekten başka bir şey yapamadı, yapamayacak. Allah bilir ki, bazı Arap yönetimleri dünyadan utanmasalar Arap topraklarının İsrail’e devri için düzenlenen toplantıya da katılırlardı.
***
Bu arada şu İran’ın Humeyni devriminden sonraki durumuna akıl erdirebilmiş değilim: Bugüne kadar İran’ın Filistin’le ilgili somut bir tek faaliyetini görmediğimiz halde, “Büyük Şeytan”a ve tabii İsrail’e karşı akıl almaz tehditler savurur durur. İsrail ve ABD de Filistinlilere karşı zulümlerine hep İran tehditlerini gerekçe gösterirler. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, “Trump’ın Tanrı tarafından İsrail’i İran’a karşı korumak için dünyaya gönderilmiş olmasının mümkün olduğuna inanıyorum” derken de sözde İran tehdidini kullanmış ve Trump’ı ‘kutsal kurtarıcı’ yapmış. Dünyanın, bu saçmalıklara inanıp böyle fanatikleri başlarına yönetici seçen bir toplumun eline kalması, herhalde insanlığın bugüne kadar yaşadığı en büyük ve en utanç verici talihsizliklerden biridir.