Akyol’un “Gülen Cemaatine Dair Kişisel Hikâyem” başlıklı yazısı şöyle:
Türkiye’deki başarısız darbe girişimi, tüm toplumu yalnızca darbeye aktif katılan cuntacılara karşı değil, aynı zamanda onların arkasında olduğuna inanılan dini bir gruba karşı da harekete geçirdi: Fethullah Gülen cemaati.
Öyle ki, sadece Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve taraftarları değil Türkiye’deki siyasi yelpazenin tüm bileşenleri artık Gülencileri darbenin ve geçen on yılda işlenen pek çok başka suçun faili olarak görüyor. Cemaati sevgiye, hoşgörüye ve diyaloga adanmış barışçıl bir hareket olarak gören pek çok kişi ise böyle bir şeyin nasıl mümkün olabileceğini sorguluyor. Benim kişisel hikayem bu karmaşık sorunun bazı yönlerine ışık tutabilir.
2000’lerin başında hem Türkiye siyaseti hem İslam dünyasıyla ilgilenen genç bir yazardım. Yolumun Türkiye’nin en faal ve en küreselleşmiş İslamcı hareketi olan Gülen cemaatiyle kesişmesi çok uzun sürmedi. İlk olarak Zaman gazetesinin editörüyle tanıştım, gazetede birkaç yorum yazım yayımlandı, hatta birkaç ay yorum sayfasında yorum editörü olarak çalıştım.
Aynı sırada cemaatin önde gelen kuruluşlarından Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın yöneticileriyle de tanıştım. Bazı “dinler arası diyalog” etkinliklerinin düzenlenmesinde onlara yardım ettim. 2004’ün sonunda Washington’da katıldığım bir konferansın ardından bir Türk gazeteci heyetiyle birlikte Gülen’in kendisiyle tanışma imkanı da buldum. Nazik ve mütevaziydi. Etrafındaki herkes de ona koşulsuz itaatkardı.
O yıllarda, aslında 21. Yüzyıl’ın ilk on yılı boyunca Türkiye ikiye bölünmüştü: Bir tarafta katı laik ordu ve müttefiklerinden mütevellit “Kemalist seçkinler” diğer yanda da Erdoğan liderliğindeki Ak Parti, Gülenciler ve pek çok liberal vardı. Ben de ikinci gruptaydım. Kemalizm sonrası Türkiye’nin sadece daha muhafazakar değil aynı zamanda daha demokratik olacağına inanıyordum. Çünkü Kemalizm laik ancak otoriter bir ideolojiyken, İslamcılar demokratik açıdan olgunlaşmışlardı. Ya da en azından ben böyle olmasını umut etmiştim.
Ancak 2010’a geldiğimizde bu ümitvar hikayede bir şeyler ters gitmeye başladı. Laik subaylar ve müttefikleri Ergenekon ve Balyoz davaları kapsamında tutuklandı. Bu tutuklamalarda aşırıya kaçıldığını hissedenlerden biri de bendim ve bunu, Star gazetesindeki köşemde defalarca dile getirdim. Ak Parti’liler de laiklere öfkeliydi, ama Gülenciler onlardan daha da saldırgandı. Beni halen sevseler de eleştirilerimden hoşnut olmadılar. Kısa süre sonra o dönem Gülen hareketine bağlı Kanaltürk televizyonundaki popüler “Ters Cephe” programındaki varlığıma son verildi.
O dönemde benim için ikaz niteliği taşıyan iki olay yaşandı: İlki, 28 Şubat’taki “post-modern” darbeye karşı çıkan emniyet müdürü Hanefi Avcı’nın Gülencilerin polise nasıl sızdıklarını ve yollarına çıkanları iftira ve sahte belgelere nasıl tasfiye ettiklerini anlatan bir kitap yazması, ardından da tutuklanmasıydı. Sağ görüşlü bir polis olan Avcı az bilinen bir komünist örgüte üye olmak gibi saçma sapan bir gerekçeyle tutuklanmıştı. Bu akıl almaz bir durumdu ve bu yüzden Avcı’yı savunan birçok yazı yazdım. Gülenciler tarafından da “darbecilerden yana olmakla” suçlandım.
İkinci dönüm noktası ise 2011’in başlarında Harvard profesörü Dani Rodrik ve eşi Pınar Doğan’la tanışmam oldu. Pınar Doğan Balyoz davası sanıklarından Çetin Doğan’ın kızı olduğu için doğal olarak konunun tarafıydı ama savları da görmezden gelinemeyecek kadar ikna ediciydi: 2003’teki darbe planına dair kanıt olarak kabul edilen bazı belgeler, davayı daha güçlü göstermek için sonradan yazılmıştı. Rodrik bana 2011’in sonunda “Tüm kanıtlar polis içindeki Gülencilerin sahte delil ürettiklerini gösteriyor” diyecekti.
Bu olaylar üzerine cemaatle arama mesafe koydum, ama bir konudan halen emin değildim: Yürüyen cadı avı acaba cemaat içindeki başıboş bir odağın işi miydi? Gülen’in bu olanlardan haberi var mıydı? Bunları onaylamış, hatta emretmiş miydi? Açıkçası bu konuda hiçbir fikrim yoktu. Dahası, 2011’de Zaman’da bizzat Gülen tarafından kaleme alınmış bir yazıda “Haklı bir davada yanlış yöntemler kullanılmaz” ifadesini okumuştum. Bunun üzerine, Türkiye’deki bazı Gülencilerin fazla ileri gitmiş olup Gülen’in onları uyarıyor olabileceğini düşündüm. Yani konuya “hüsnü zanla” yaklaştım.
Bu arada, Özgürlüğün İslami Yolu isimli kitabım ağustos 2011’de ABD’de yayımlandığında Gülencilerle ilişkimde yeni bir sayfa açıldı. Kitap Batılı jargonla “liberal İslam”ı savunuyordu ve bu mesajı yaymak için bir Türk yazara ihtiyaç duyan Amerika’daki Gülenciler beni bir konferansa çağırdılar. İlk söylediğim şey şu oldu: “Türkiye’deki arkadaşlarınız benim hiç onaylamadığım çok yanlış şeyler yaptılar”. Yanıt benim için güzel bir sürpriz oldu: “Katılıyoruz, Türkiye’deki şartlar onları çok fanatik hale getirdi. Biz burada çok daha farklıyız”.
Bunun üzerine, takip eden iki yıl boyunca, 2012 ve 2013’te, Gülencilerin Amerika’da düzenlediği pek çok etkinliğe konuşmacı olarak katıldım ve bolca kitap imzaladım. Tüm hayatlarını misyoner bir ruhla İslam’ın güzelliğini tüm dünyaya tanıtmaya adamış olan insanlarla tanıştım. Hepsi nazik, mütevazi, iyi kalpli insanlardı ve onlara sadece iyi hisler besledim. Bu insanların çoğunun Gülen cemaatinin karanlık yönünden bihaber olduklarına kani olmuştum ki, bugün de halen böyle düşünüyorum.
Sonra Ak Parti ile Gülenciler arasındaki savaşı başlatan aralık 2013’teki yolsuzluk soruşturmaları geldi. İki taraf da bu süreçte karşı tarafın çirkin yüzünün ifşa olduğunu düşünüyordu. Bense iki tarafın da ifşa olduğunu düşündüm. Soruşturmalar, hem Ak Parti iktidarındaki yolsuzluğun boyutunu gösteriyordu, hem de Gülencilerin devlete ne denli sızıp ne kadar çok istihbarat topladıklarını.
Bu süreçte netleşen önemli bir gerçek ise Gülen’in cemaat üzerinde mutlak kontrol sahibi olduğuydu. 2014’ün başında YouTube’da yayınlanan bir konuşma kaydında, bir takipçisi Gülen’e Afrika’daki bir rafineri, Türkiye’deki iş adamlarına verilecek hediyeler ve Twitter kampanyalarında ne yapmak gerektiğini soruyordu. Yani Gülen bize hep anlatıldığı gibi münzevi bir din adamı değil, gizlilik ve hiyerarşi üzerine kurulu küresel bir örgütlenmenin tam tekmil yöneticisiydi. Nitekim, 10 yıl önce beni Pensilvanya’da Gülen’le tanıştıran Hüseyin Gülerce haziran 2014’te bana Gülen’in “her şeyi kontrol ettiğini” söyleyecekti.
Bunu izleyen iki yıl boyunca Ak Parti’nin devlet içindeki Gülenci “paralel devlet” yapılanmasını gerçekten tasfiye etmesi gerektiğini savundum. Ama cemaatin okullarına, şirketlerine ve hayır kurumlarına saldırılmamalıydı. Cemaat veballeri konusunda “öz eleştiri” yapmalı, Ak Parti de yolsuzluklar konusunda dürüst davranmalıydı. Bu söylediklerim, doğal olarak her iki tarafın da hoşuna gitmedi.
Ancak bir şeyi itiraf etmem gerek: Darbe girişimini öngöremedim. Hissiyatım, Gülencilerin bir dönem çok güçlendikleri ve bu gücü çok korkunç biçimde kullandıkları, ama artık güçten düştükleri, hatta Erdoğan’ın intikam duygusu yüzünden artık mazlum durumuna geldikleri yönündeydi. Darbe gecesinden üç hafta önce şöyle yazmıştım: “Gülen hareketinin kilit devlet kurumlarındaki gizli örgütlenmesi Türkiye için gerçek bir sorundu, ama iktidarın cadı avı artık daha büyük bir sorun.” Gülencilerin iktidarı kanlı bir darbeyle ele geçirmeye çalışacak kadar gözlerinin döneceğini ve bunun Türkiye’deki diğer tüm siyasi sorunları gölgede bırakacağını tahmin edememiştim.
Peki, tüm bu hikayenin sonunda, Gülen cemaatinin asıl sorunu ne? Benim tanımımla “aşırı idealist kolektivizm.” Ortada çok kutsal bir dava ve kendisine insanüstü melekeler atfedilen sorgulanamaz bir lider var. Cemaat içindeki tüm kadrolar, tüm yaşamlarını ve zihinlerini bu ütopyaya adamış durumdalar. Bu adanmışlıktaki samimiyet takdire şayan olabilir. Ancak ortaya çıkardığı grup kibri ve saldırganlık, hem başkaları hem de nihayet hareketin kendisi için korkunç derecede yıkıcı.
Peki, bu akıl almaz hikayeden herhangi bir hayırlı sonuç çıkabilir mi? Bana göre evet. Eğer cemaatin içindeki iyi kalpli ve masum insanlar, Gülenizmi geride bırakabilirlerse, hayatlarında yeni bir sayfa açabilirler. Nitekim, hareket içindeki bazı açık fikirli insanların halihazırda cemaat zihniyetindeki “mutlakçılık, ütopyacılık, bireyin kaybolması ve seçilmişlik”e karşı bir öz eleştiri içinde oldukları görülüyor. Bu vicdan muhasebesi desteklenmeli, pişman olan insanlara “çıkış” imkanı verilmeli.
Öte yandan, Türkiye’nin geri kalanı da anlamalı ki, sorun sadece aşırı hırslı bir cemaate münhasır değil aslında. Sorun, kendi “dava”sına tapan, muhaliflerini şeytanlaştıran ve amaçları uğruna her yolu mübah gören her anlayışta.
Kaynak: Al-Monitor Türkçe