Müslümanlık ve Türklük

Hayrettin Karaman

Çoktan tartışma dışı kalmış olması gereken bazı konuları siyaset hortlatıyor. İslam-ırkçılık ilşkisi de bunlardan biridir. Biz de hararetli tartışmaların cereyan ettiği dönemde yazdıklarımızdan bir kısmını bir daha hatırlatmak istedik:

Varoluş açısından bakıldığında Müslümanlık kavimler, ırklar, mekânlar ve zamanlar üstüdür; varlığı belli bir ırka, kavme, zaman ve mekâna mahsûs ve bağlı değildir. Tarihte İslâm'ı din olarak benimsememiş bulunan Türk boylarının ırkî ve kavmî özelliklerini de koruyamadıkları, zaman içinde köklü bir kültür değişimine uğradıkları görülmüştür.

Meşrûiyet açısından Türklüğe göre Müslümanlık, bu kavmin oniki asır önce benimsediği, bağlandığı bir dindir. Türkler Müslüman olduktan sonra millî değerlerinden önemli bir kayba uğramamışlar, buna karşı çok önemli kazançlar elde etmişler, İslâm'a yatkın fıtratlarını geliştirerek büyümüşler; öldürücü, yıkıcı, sömürücü olarak değil, adâlet, hakkaniyet, hizmet ve yüksek ahlâkî değerlerin temsilcisi olarak cihan hâkimiyeti mefkûresine ulaşmışlardır. Türklük ile Müslümanlığın imtizacından doğan bu büyük medeniyetin gerileme sebeplerini yine bu iki unsurda aramak çelişkiye düşmek olur.

İslâm dînî fıtrîdir; insanın fert ve toplum olarak yaratılıştan gelen, tabîatı icabı olan vasıf ve özelliklerine uygundur, bunlarla örtüşmektedir. 'Allah'ın insanlara yaratırken verdiği mahiyetten (fıtrattan) ibaret olan tevhid dînine kendini ver; sağlam din işte budur, fakat insanların çoğu bilmezler'(Rum-30/30) meâlindeki âyet fıtrat ile hak din arasındaki bağı ifade etmektedir. İnsan türünü diğerlerinden ayıran akıl, irade, estetik duygu gibi fıtrî özellikler yanında insan gruplarını, topluluklarını birbirinden ayıran özellikler de vardır. Kur'ân-ı Kerîm bunlardan ikisine işaret etmektedir: 'Allah'ın işaretlerinden biri de sizi topraktan yaratmasıdır, sonra siz zaman içinde yeryüzüne yayılan insan nev'i oldunuz.... O'nun işaretlerinden biri de gökleri ve yeri yaratması ve sizin dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Bilenler için şüphesiz bunlarda büyük işaretler vardır.'(Rum: 30/20, 22). İnsanlar bir kökten geldikleri halde yeryüzüne dağılıp çoğalıyorlar, dilleri ve renkleri farklı 'alt neviler', gruplar oluşturuyorlar. Renk biyolojik farklılıklara, dil ise kültür farklarına işaret eden anahtar kelimelerdir. Yine âyette geçen 'insanların dağılıp yerleştikleri yeryüzü' insan gruplarının bağlandığı, sahiplendiği toprağa; yani coğrafî unsura işaret etmektedir. Biyolojik, kültürel, coğrafî... özelliklerin biraraya getirdiği, birleştirdiği insan gruplarına Kur'ân-ı Kerîm'de 'kavim' denilmektedir. Yakından uzağa soy ilişkisi ise 'şa'b, kabîle, aşiret' gibi kelimelerle ifade edilmiştir: 'Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık, ve tanışmanız için sizi boylara (şu'ûb) ve kabilelere ayırdık, şüphe yok ki Allah nezdinde en kıymetli olanınız O'na isyandan en fazla sakınır olanınızdır; Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.' (Hucurât: 48/13. Aşiret için bkz. Şuarâ: 26/214; Tevbe: 9/24; Mücâdele: 58/22).

Kur'ân-ı Kerîm'de 'millet' kelimesi 'toplumun dîni' yusuf:12/37), 'ümmet' kelimesi ise 'bir peygambere, bir dîne... mensup insan topluluğu, gruplar' mânâsında kullanılmıştır. Bugün bizim millet dediğimiz toplum yapısını ifadeye en yakın kelime 'kavim'dir. Kur'ân-ı Kerîm'e göre insanlar bir kökten (topraktan), sonra bir ana-babadan (Âdem ile Havvâ'dan) yaratılmışlardır. Aynı kökten gelmelerine rağmen yeryüzüne dağılmışlar, dilleri ve renkleri farklı kılınmış (farklılaştırılmış), farklı kelimeler isimlerle anılan gruplara, topluluklara (cemâat ve cemiyetlere) ayrılmışlardır. Bütün bu oluşma ve gelişmeler fıtrat (yaratılış) icabıdır, tabiîdir, Allah'ın irâdesi ile olmuştur. Ayrıca birçok âyet ve hadîs yardımlaşma, ilgilenme, dayanışma, koruma konularında yakınlara öncelik vermektedir. Akraba, arkadaş, komşu, hemşehri... bu mânâda 'yakınlar' içinde yer almaktadırlar. (Nisa:4/36). İstisnâî durumlar dışında zekât sarfında da bu önceliğe riâyet edilmiştir. Hem geçmişin, hem gelecek nesillerin, hem de hâlen üzerinde yaşayanların hakkı bulunan yurdun (mülkün) korunması İslâm'ın önemli amaçları arasındadır. İnsanın, diğerlerine nisbetle yakınlarına daha fazla sevgi duyması da tabiîdir. Bütün bu tabiîlik, fıtrîlik ve teşvikler göz önüne alındığında 'aynı tarihi, kültürü (dîni, dili, âdetleri, zevkleri...) yurdu, mensubiyet şuurunu paylaşan insanların millet, kavim, ulus gibi bir isim altında bir grup teşkil etmelerine, bu grup içinde birbirini daha ziyade sevmelerine, korumalarına, dayanışmalarına, kültürlerini (ümmet camiâsına nisbetle alt-kültürlerini) geliştirmelerine ve bir değer olarak insanlığa takdim etmelerine' bu mânâda bir milliyete, hatta gerektiğinde milliyetçiliğe İslâm'ın bir diyeceği yoktur. Yeter ki bu milliyetçilik, ümmetin diğer gruplarıyla (diğer İslâm kavimleri ve gruplarıyla) ilgiyi kesmeye, bütünlüğü bozmaya, onlara ve diğer insan gruplarına haksızlık etmeye, İslâm öncesi inanç ve âdetlere dönerek dînin zedelenmesine sebep olmasın! Şüphe yok ki, İslâm'ın öngördüğü ve Müslümanları dâvet ettiği toplum yapısı ümmettir. Burada ümmetten maksat 'Hz. İbrâhîm'in (a.s) ismini koyup (Hac: 22/78) yaydığı, soyundan gelen son Peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.) ile tamamlanan dîne (İslâm'a ve bu mânâda millete) mensubiyet râbıtası ile birbirine bağlı insanların ve grupların oluşturduğu toplum yapısıdır.' Bu toplumun fertleri birbirinin kardeşidir (Hucurat:49/10), bu toplumun yurdu bütün mü'minlerin yurdudur, bu toplum, İslâm'ı din olarak benimsememiş, başka bir dîne mensup olmuş millet ve ümmetlerden ayrı ve farklı, onları kendi câmiasına dâvet eden, insanlığa alternatif bir dünya görüşü ve hayat düzeni sunan ve teklif eden bir ümmettir. Siyâsî, sosyal, ekonomik, hukûkî bağlar ve bağlantılar yanında bir üst ve üstün değere (İslam'a) bağlılık bu ümmetin gruplarını birleştirmiş ve bütünleştirmiştir.

YENİ ŞAFAK