Muhammed Yahya Avar / HAKSÖZ HABER
‘İslam Dünyası Fikri’ kitabını değerlendiren Mehmet Uysal, İslam Dünyası fikrinin tarihsel ve kavramsal boyutuna değinerek müzakeresine başladı.
Uysal, “İslam Dünyası fikri nasıl, ne zaman ve hangi sebepten ötürü ortaya çıkmıştır? Müslümanlar bu fikre nasıl bakmıştır? Fiili olarak bir yapıyı meydana getirebiliş midir? Bu ve benzeri çoğu soruya cevap vermeye çalışan yazar İslam Dünyası fikrinin İslam’ın kendisi kadar eski olan “Ümmet” kavramından gelmediğini, 19.yy’da gelişmeye başladığını ve 1870’lerden sonra çeşitlendiğini ifade ediyor.
Cemil Aydın eserinde, 19.yy’daki milliyetçi ideoloji ve Avrupa sömürgeciliğinin Müslümanları bölene dek Müslümanların birlik içinde olduğu inancının tarihi temelleri olmayan bir yanılgıdan ibaret olduğuna değiniyor. Hatta “sömürgeciliğin yarattığı emperyalist zulmün, Müslümanların ırksallaştırılmasından dolayı Müslümanlar arasında küresel ölçekte bir dayanışma fikrinin ortaya çıktığını, bu fikrin ise İslam Dünyası Fikri olarak isimlendirildiğini” ifade ediyor.
Mehmet Uysal değerlendirmesinin devamında, 19.yy’dan önce ümmetin ve İslam Dünyası fikrinin durumuna dikkat çekti.
“Tarihsel sürece baktığımızda Resulullah’tan sonra dört halife devrinin farklı seçim usulleriyle belirlendiği ve bir birlik durumunda olduğunu görüyoruz. Emeviler döneminde bu durumun farklı bir siyasi ve düşünsel boyutta devam ettiği, Abbasiler döneminde ise halife Harun Reşid’den sonra bu olgunun artık 19.yy’a kadar hiç ortaya çıkmadığını görüyoruz.
Yazar özellikle İslam tarihini bir medeniyetler savaşı çerçevesinde ele almaya çalışan düşüncenin sığ, çarpık ve kasten yapıldığını, bunun aksine bu olayın bir medeniyetler savaşı değil sadece imparatorluklar savaşı olduğunu hatta evliya çelebi gibi aydınların, seyyahların dahi öteki kavramını batılılar/Hristiyanlar için değil de Habsburglar veya Safeviler gibi belli imparatorluklar için kullanır. Osmanlının batı dünyası ile sürekli bir savaş içinde olduğu tezini ve Viyana kuşatmasını bu durumun zirve noktası gibi gösterenlerin bu savaşın aslında Macarları desteklemek için düzenlenmiş bir kuşatma olduğu gerçeğini yok saydıklarını da ifade ediyor.” dedi.
Değerlendirmesinin sonunda Uysal, 19.yy’daki emperyalist düzenler dönemine ve bu dönemdeki kraliçe ve halife arasındaki denge arayışlarına dikkat çekti.
“Yazar 19.yy’ın ilk yarısında Avrupa imparatorluklarının Müslümanlar üzerindeki askeri ve hukuki güçlerini artırmaya başladıklarında İslam Dünyası fikrinin henüz olmadığını, ikinci yarısında ötekileştirmenin artmasıyla birlikte yeni ve ırksallaştırılmış bir Müslüman mefhumunun ortaya çıktığını belirtir. Bunun yanı sıra imparatorlukların ırk-din-dil gibi kimliksel unsurların imparatorluk düşüncesinin önüne geçirmediğini, imparatorlukların yeni ve daha sağlıklı bir dünya düzenini oluşturma çabası içinde olduklarını fakat imparatorluklar arasındaki eşitlik durumunun kaybolmasının, Müslümanların daha fazla sömürge ve ırksallaştırmaya maruz kalmalarını, emperyal yapıyı bozan temel etkenler olarak ifade eder.
1878 ve sonrası dönemde Halifelik ve Pan-İslamist düşünce yeni bir evreye geçecek, Abdülhamid ile birlikte özellikle İngiltere ile bağların güçlendirilmesi ve bir denge arayışının sürdürülmesi fikri ortaya çıkacaktır. Bu dönemdeki hilafet anlayışı ne Emevi, ne Abbasi, ne Selçuklular ve ne de Osmanlı imparatorluğunun herhangi bir dönemindeki anlayışla aynı olmuştur. Hintli Müslümanların hem kraliçeye hem de halifeye olan tanıma ve bağlılıklarını beyan etmeleri halifelik düşüncesini siyasi bir güç olarak ortaya çıkarırken, İslam dünyası fikrinin oluşmasına da büyük zemin hazırlıyor.” ifadelerini kullandı.
Müzakerecilerden Muhammed Onur Yıldırım ise 1. Dünya Harbinden sonraki süreçten günümüze İslam Dünyası fikrinin süreçlerini ele aldı. Osmanlı son dönemindeki İslam Dünyası fikrinin tarihsel olayları da ele alarak geldiği noktayla söze başlayan Yıldırım, “Artan milliyetçilikten ötürü Osmanlı elinde tuttuğu ve azınlıkların yaşadığı coğrafyalarda sıkıntılar yaşamaktadır. Hilafetin de faydalarından yararlanılarak oluşturulan İngiliz ittifakında Osmanlı elitleri dini gereklilik olarak Hindistan’daki Müslümanlara İngilizlere bağlı kalması konusunda tavsiyeler vermekte iken sonraki dönemde sömürgeci olarak nitelendirdiği İngilizlerle mücadele etmesi gerektiğini söylemiştir.
Abdülhamid’den sonra başa geçen jöntürkler İngiltere ile tekrardan ittifak kurmaya çalışsalar da bu ittifak yaşanan olaylardan sonra imkansız hale gelmiştir. 1911 Libya ve 1912-1913 Balkan savaşlarından sonra ise Osmanlılar İslam Dünyası fikrine anti-emperyalist doğrultuda daha sıkı sarılmalarına sebep verdi ve İngilizlerle oluşturulan emperyal işbirliğinde anti-emperyalist bir meydan okumaya dönüştüler. Bu süreçte ne kadar cihad çağrısına cevap verilmese dahi halifeye olan bağlılık devam etti ve hatta zirve noktasına geldi. Türkiye’nin verdiği kurtuluş savaşına güney asyadan gelen destek bunun göstergelerinden biridir.” ifadeleriyle süreci aktardı.
Yıldırım değerlendirmesinde, Hilafet’in kaldırılması ve akabinde gelen süreci anlattı.
“Hilafet 1880 ve 1920’ler arasında emperyal düzene tabii yaşayan Müslümanların talepleri için çok önemli bir fikri temsil ve ilham kaynağına dönüşmüştü. Hilafet, kaldırılmasına rağmen pan-islamist hareketler devam etmekteydi. 1924 sonrasında süregiden sömürgecilik ve ırkçılık meselelere bağlı olarak canlı kalmaya da devam etti. 2 savaş arası dönemde Müslümanlar dünyaya hükmeden imparatorluk yapıları içinde haklarını talep etmeye devam ettiler. 2. dünya savaşı dönemindeki mihver devletlerin İslam enternasyonalizmini canlandırmada girişimleri olsa da bunlar sonuçsuz kaldı. Ancak bu girişimler ittifak devletlerini endişeye sevk etmişti ve bunun sonucunda Müslümanlara bazı hak ve bağımsızlık sözlerini vermişlerdi. Bu sürecin sonunda ise birçok Müslüman devlet bağımsızlığını ilan etti.”
Yıldırım, 1960’lardan bugüne Müslüman enternasyonalizminin dirilişini Kral Faysal, Mısır ve İran üzerinden değerlendirirken şu ifadeleri kullandı: “1969’daki Aksa Camii minberinin kundaklanması sonucunda Kral Faysal öncülüğünde Müslüman ülkeler arasında bir zirve düzenlendi. Amerika ile iyi ilişkileri olsa dahi Faysalın özellikle Filistin konusundaki hassasiyeti Müslümanlar arasında itibarını arttırdı. Kısacası 1964-1975 arasında Kral Faysal kendisini küresel bir Müslüman lider olarak öne çıkarma fırsatını olabildiğince değerlendirdi. Lakin 1975 yılında yeğeninin yaptığı suikastla öldürüldü.
Mısır’da ise Enver Sedat’ın başa geçmesinin ardından 1973 Mısır-İsrail savaşı ile de birlikte pan-islamist söylem yeniden yükselişe geçti ancak bu kısa dönem de Camp David anlaşması ise sonlandı ve akabinde Sedat suikasta uğradı.
Ardından 1979’da gerçekleşen İran İslam Devrimi olarak anılan olayla da Humeyni İslam Dünyası’nın önderliğine talip oldu. Ancak Suudi Arabistan ile olan rekabet akabinde gelen mezhepçilik ile ise bu enternasyonalizm suikasta uğradı.”
Yıldırım değerlendirmesinin sonunda halen ırksallaştırılmış Müslümanlık anlayışının devam ettiğini, ‘Müslümanların sürekli bir küresel lider arayışı içinde olduklarını ve bunlara karşılık ne yapmamız gerektiği?’ sorusunun düşünülmesi gerektiğine dikkat çekerek müzakaresini tamamladı.
‘Cemil Aydın’ın İslam Dünyası Fikri’ adlı eserin forumu soru cevap faslının ardından sona erdi.