"Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab'ı hak ile indirdik; (sakın) hainlerden taraf olma!’’(Nisa 105)
Ayeti Celile’de, ‘Allah’ın sana gösterdiğine göre hükmetmen için hak ile indirilen’ ifadesiyle Kitabı Mübin’in inzalinin hak oluşu ve mutlak hakikati bildirmesi aynı kelimeyle (bilhakkı) anlatılıyor. O kitap; tevhidi, yaratılış amacını, ibadetleri, din ilkelerini, rahmani ahlakı, sevk idare işlerini ve beşeri ilişkilerin ilkelerini vaz ediyor. O, insanlığın kurtuluş reçetesidir; hayatın temel esaslarının kaynağıdır. Kitabın hem bilgisi, hem pratiği ve açılımları Müslümanların muhafaza ettiği maruf ve muhkem gelenek yoluyla bizlere ulaşmaktadır. Maruf geleneğin merkezinde Rasulullah (sav) in örnekliği; Onun sünneti bulunmaktadır. Bu belirleyicilik dinimiz İslam’ın özünü ve istikametini belirleyen ‘mutlak hakikat’ in kendisidir. Kuran’da muhkem ayetlerin ve Rasulullah (sav)’in ondan anlayıp hükümlerini ve ahlaki ilkelerini pratiğe aktarması örnekliği (usvei hasene yönü) bizler açısından kat’iyet arz eder. Çünkü Rasulullah (sav) hata ettiğinde onun hatası Allah Teâlâ tarafından ‘vahiy’ ile düzeltilmiştir. Yüce rabbimiz, Allah Rasülü’nün ve ona tabi olanların kitapta gösterilen bu usule göre hükmetmelerini, hayatlarını buna göre şekillendirmelerini emrediyor. Zira felaha ermek ancak bu şekilde mümkün olacaktır.
Hayatın kendisi tümüyle ibadet alanıdır. Kişisel ve toplumsal meselelerde de bu böyledir. İbadetlerde, şiarlara bağlılıkta olduğu kadar; siyasette, ekonomide, toplumsal konularda Kuranı Mübin tevhid, ibadet, ahlak temelli bir hayatı tanımlamaktadır. Rabbimiz Kuran’da kişinin haklarını, hukuk ilkelerini; insanlığın esenliğini ve nesillerin geleceğini gözeten evrensel ve fıtri kuralları bildirmektedir. Bu konularda ayrımcılığa veya özel durum ayrıcalığına asla müsaade etmemiştir. Yalandan yorumlarla, kişisel yaklaşımlarla, doğruluğu ispatlanmamış değerlendirmelerle veya hizbi değerlendirmelerle Kuran merkezli olmayan yargıların üretilmesi men edilmiştir. Çünkü hüküm koyma yetkisi sadece Allah’a aittir. Rasulullah (sav) hüküm koyma yetkisinin mutlak anlamda Allah Teâlâ’ya ait olduğunu şu şöyle açıklıyor: “Ben ancak bir beşerim ve siz bana çeşitli davalarla geliyorsunuz. Olur ki biriniz delilini daha güzel ifade eder de ben, ondan işittiğime dayanarak onun lehinde hükmederim. Her kime, kardeşine ait bulunan bir hakkı (yanlışlıkla ona ait gibi) hükmederek verirsem sakın onu almasın; çünkü ona ateşten bir parça vermiş olurum!” (Buhârî, “Şehâdât”, 27; Müslim, “Akzıye”, 4).
İslam’ın siyaset, yönetim ve ahlak ölçülerini her zaman ve şartta hatırlamalı ve yeri geldiğinde hatırlatmalıyız!
Marufu emretmek ve münkerden sakındırmak görevi her Müslümana farzdır. Hiçbir işimiz İslam’ın kurallarından bağımsız olamaz. Müslümanların yaptığı her işte olduğu gibi siyaset konularında da mutlaka ilkelerimiz bulunmalıdır. Yaşadığımız âlemde attığımız siyasi bir adımın bir yönüyle kitabi temeli gözeten diğer yönüyle de kamunun haklarını gözeten yönleri vardır. Şayet bir konuda muhatap insan ise orada hak, hukuk, adalet ve ahlak gözetilmeden siyaset yapılmamalıdır. Rabbimiz tarafından insanın ‘halife’ seçilmesi işte bu alanları işaret ediyor. Halifelik; emaneti üstlenen insanın kişisel ve toplumsal konularda sorumluluklarını yerine getirmesidir. Bir işte ‘Hak’ belirleyici değilse halifeliğin gereği de yerine gelmemiş olacaktır.
İslam’ın ilkelerini gözeten siyasetin en önemli ahlaki ilkesi Müslümanların dostu olmayan kimselerle işbirliği, sırdaşlık ve ortaklık etmemektir. Müslümanlar sosyal meselelerle ilgili işlerde ve gelecekleriyle ilgili konularda İslam düşmanlarıyla; düşmanlığı teorik ve de olgusal olarak ispatlanmış kişi ve çevrelerle işbirliği yapamazlar:
‘’Ey iman edenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin, onlar size kötülük yapmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların ağızlarından nefret taşmaktadır; kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür. Gerçekten size delilleri açıklamışızdır, eğer düşünüyorsanız! Bakın siz onları seviyorsunuz ama onlar sizi sevmiyorlar. Siz kitabın tamamına inanıyorsunuz; onlar sizinle karşılaştıkları zaman “inandık” diyorlar ama yalnız kaldıklarında size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırıyorlar. De ki: “Öfkenizden çatlayın!” Şüphesiz Allah kalplerde olanı bilmektedir. Size bir iyilik gelirse bu onları üzer, ama başınıza bir kötülük gelse buna sevinirler. Eğer sabreder ve sakınırsanız, onların tuzağı size hiçbir zarar vermez. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır’’ (Ali İmran 118-120)
İslâm’dan önce Medine’de Araplarla Yahudiler arasında dostluk anlaşmaları vardı. Müminler İslâm’dan sonra Yahudilerle bu dostluğun sürmesini istediler ama Yahudiler ve münafıklar dost gibi davranarak her fırsatta müminlerin aleyhine çaba gösterdiler. Yüce rabbimiz müminleri bu güruha karşı uyarıyor ve onlardan samimi dostlar edinmemelerini emrediyor.
Kuran’da Müslüman olmayanları sırdaş edinenlerin vasıfları kısaca şöyledir:
Müslümanların aleyhine çalışırlar. Ümmete düşmandırlar. Müminlerin sıkıntı zarar içinde olmalarını isterler. Ümmetin aleyhinde sürekli propaganda yaparlar. Kuran’a; onun şeriat ve ahlak değerlerine sadakat göstermezler. İslam’ı Allah’ın rızasına uygun yaşayanları; müttaki tavır sahiplerini sevmezler. İslam ve Müslümanlara zarar vermek isteyenlerle işbirliğinden kaçınmazlar. Kendi içlerinde birbirlerine tutkundurlar. Ümmete düşman kişileri ve çevreleri desteklemekten kaçınmazlar.
Şüphesiz ki mümin olmayanları sırdaş edinme yasağı, onlarla iyi geçinmemek anlamına gelmez. Onlarla beşerî münasebetlerin iyi yürütülmesinde temkinli (ve ilkeli) olmak kaydıyla bir sakınca yoktur; ‘’Aişe (ra) haber verdiğine göre bir adam Rasulullah’ın (sav) huzuruna girmek için izin istedi. Rasulullah onun hakkında ‘bu kişi ne kötü biridir’ dedi ve sonra girmesine izin verdi. Adam içeri girdiğinde Allah Rasulü (sav) ona yumuşak söz söyledi. Ben dedim ki: ‘Ya Rasulullah! O adam için söylediğini söyledin, sonra sözü yumuşattın?’ deyince Allah’ın Nebisi: ‘Ey Aişe! İnsanların kötüsü, fenalığından korkularak insanların terk ettiği kimsedir’’ (Buhari, Müslim)
Kur’an Müslümanlara karşı düşmanca tavır almayan İslam’la bağı zayıf veya Müslüman olmayan kesimlere karşı beşerî ilişkilerin iyi yürütülmesini, gerektiğinde onlara iyilik edilmesini, haklarında adaletli davranılmasını tavsiye etmekte ve böyle yapanları yüce Allah’ın sevdiğini bildirmektedir (Mümtehine 8). Kendileriyle dostluk edilmesi yasaklananlar; İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşmanca tavır alanlar, onlarla savaşmak ve onları yurtlarından çıkarmak için birbirlerine destek verenlerdir (Mümtehine 9).
İslâm siyaset, ahlak, adalet ve hukuk meselelerini vahiy temelli değerlerden ayırmaz. Bunlar bütünlük içinde tanımlanmıştır. Yerin ve göğün rabbi Allah’tır. Yeryüzündeki hayatın sahibi “Hâkim” olan Allah sosyal, siyasal, ahlaki alanlarda da hâkimi mutlaktır. Yaratana kulluk sadece namaz, oruç gibi ferdî ibadetlerden müteşekkil değildir. Kuran tüm bu detayları birbirinden ayırmadan Allah kulluk merkezinde ve tevhidi bir bütünlük ekseninde bunları birbiriyle irtibatlandırmaktadır.
Bazı ayetlerden örnekler verelim: : “Hüküm ancak Allah’ındır, Allah’ın indirdikleriyle hükmet’’, ‘’Allah’a, Rasulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz’’, ’’Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler onarabilir’’, ‘’ Allah'ın rahmeti sayesinde, onlara yumuşak davrandın. Kaba ve katı yürekli olsaydın, senin etrafından kesinlikle dağılırlardı. Artık, onları hoşgör ve onlar için bağışlanma dile. Eylem konusunda onlara danış’’, ‘’Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder’’, ‘’Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Hâlbuki onu rasule ve aralarında yetkili kimselere götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya gücü yetenler, onu anlarlardı’’, ’’Onların işleri aralarında şura iledir’’, ‘’Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın, doğru terazi ile tartın. Hırsız, erkek olsun, kadın olsun elini kesin.” gibi ayetler hukuka, siyasete, toplumsal işleyişe yön veren emirlerdir.
Şura emri siyasetin en önemli vasfıdır. Rabbimiz bu emrin yerine getirilmesine çok önem vermiştir. Şehid Seyyid Kutub şurâ prensibinin İslâm toplumunda yerleşmesi için ne gibi fedakârlıklara katlanıldığını şu sözlerle izah eder: “Rasulullah (sav), Medine dışında savaşmanın, Müslüman saflarında meydana getireceği tehlikeli neticeleri bilmiyor değildi. Daha önce gördüğü ve sadık olduğuna kanaat getirdiği rüyasına binaen Medine’de kalma fikrinin taraftarı idi. Gördüğü rüyayı ailesinden bir kişinin öldürülüp, bir miktar sahabenin şehit edileceğine, Medine’yi ise kuvvetli zırha tevil etmişti. İstişare neticesi verilen kararı değiştirmek hakkına sahipti. Fakat değiştirmedi ve neticede karşılaşacak eziyetleri, hüsranları, verilecek kurbanları bilerek onu tatbik etti. Çünkü bu prensibi yerleştirmek, bir cemaate talim ettirmek, bir milleti terbiye etmek, bir an için gelen muvakkat kayıplardan daha mühim ve daha büyüktür.”(Şura, Fizilalil Kuran)
Rasulullah (sav) yönetimde, birlikte yapılan işlerde şuraya çok önem veriyordu. Ve bu ilkenin İslâm toplumu içerisinde oturmasının çok önemli olduğunu düşünüyordu. Allah’ın Nebisinin ashabıyla istişâre etmesi istenirken bir başkasının istişâreye ihtiyacı elbette Allah’ın Nebisinden daha fazla olacaktır. Şura ile alınan kararlar neticesinde ayette ifade edilen her şeyin Allah’ın takdirine bırakılıp tevekkül edilmesi en isabetli iştir. Böylece şura emri sayesinde siyasal bütünlük de sağlanmış olacaktır. Toplumsal ve siyasal sorumluluklarımızın sürekliliği Rasulullah’ın (sav) şu söyleriyle de açıklanmıştır; “Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz. İdareci, insanların çobanıdır ve halkından sorumludur. Kadın, kocasının ve çocuklarının evinin çobanıdır; bu itibarla o da sorumludur. Unutmayın ki her biriniz çobansınız ve eliniz altındakilerden sorumlusunuz”(Buhari, Müslim)
İslâm’da siyaset; içinde yaşanılan toplumun ve Müslüman ümmetin işlerini yönetmek, düzenlemek, bu konuda etkin rol almaktır. İslam’ın yaşanmasını sağlamak, tüm insanlara dönük davet çalışmalarının önünü açmaktır. Müslümanların dinlerini yaşamak konusunda özgürlük alanları oluşturmak, tesettür, hicap, iffet konularında huzurlu ve güvenilir imkânları temin etmektir. Ekonomik dengeyi, sosyal adaleti, huzuru gözetmektir. Adaletin, vicdanın, merhametin ikamesine çalışmaktır. İnfakı teşvik etmektir. Ahlakın, yaşam emniyetinin; mal can namus din akıl umdelerinin selametini sağlamaktır. İslam’a ve insani değerlere düşman olan iç ve dış amillere, işgalcilere, mütecavizlere karşı savunma gücünü tesis etmektir. “Biz sana Kitabı (Kur’an’ı) hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana öğrettikleri ile hüküm veresin’’(Nisa 105)emrinin mucibi bu görevlerde ihtimam göstermekle sağlanabilir.
İslam inanç, amel ve hükümleriyle yaşanan evrensel bir dindir. İslami yaşam kişisel ve toplumsal alanlarda uygulanmak için mutlaka ‘İslam yönetimi olmalıdır’ şeklinde değişmez bir kurala sahip değildir. Esas olan İslam’ın sosyal ilkelerinin uygulanmasında uygun şartlarla bağını kuracak imkâna sahip olmasıdır. Ahlaki, ekonomik, hak hukuk meselelerinde ve insan toplum ilişkilerindeki değerlerin hayata geçirilmesi konularında imkâna sahip olmak yeterlidir. İnfak, yardımlaşma, ibadetler, iyilik yapmak, adalet, yetimi gözetmek, köleyi özgürleştirmek, hukuki bazı emirler; akrabayı gözetmek, güven ilişkilerinde devamlılık konularıyla ilgili ayetlerin büyük çoğunluğu Mekke’de inzal olmuşlardır. Allah Teâla Rasullerini İslam dışı muhtelif inanç toplumlarına gönderdi. Onlarla tevhid, adalet, hukuk, güven, sadakat, doğruluk, iffet, tesettür esaslarını yeryüzünde yerleştirdi. Rasuller; Müslüman nesil yetiştirmek, ibadetler, kıble, oruç, infak müminler arasında yardımlaşma konularında dini hayatta hâkim kılmak için gayret ettiler. Onlar toplumlara ve gelecek nesillere model oldular. İslam’ın yeryüzünde din olarak tesis olmasında insanlığa öncülük ettiler. Zulüm tuğyan şirk sistemlerine karşı İslam toplumunu ve İslami yaşamı inşaya yöneldiler. Şartların olumsuzluğu hiçbir zaman onların mücadelesinde engel olmadı.
İslam ve siyaset ayrılmaz bir bütündür. Din ve devlet; din ve siyaset birbirinden ayrılan değil birbirini bütünleyen hayatımıza dair olgulardır!
Yüce Rabbimiz Kuranın belirleyiciliği, Rasulullah (sav)in önderliği ve sahabe pratiğiyle tevhid inancına dayalı İslami bir devlet modelinin inşasını ve aşamaları göstermiştir. Önceki Rasullerin hayatında da bu hat üzerinde bazı adımlar gerçekleşmiştir. Bu yüzden İslam dininin temeli olan tevhid inancının gereklerini hayatın tüm alanlarında pratize ederek tanıklaştırmak Allah’a kulluğun öncelikli temel hedeflerindendir. ‘İslam’da tüm alanlarda olduğu gibi siyasal alanda da egemenlik sadece Allah'a aittir' ifadesi tevhid inancının en önemli amacı ve tezahürü olarak algılanmalıdır. Merhum Mevdudi bu tespitin yeniden kavranması konusuna çok önem vermiştir. ‘’Mevdudi; kolonyal sistemlerin İslam coğrafyalarını uğrattığı yenilgilerden, Müslümanlara sirayet eden bilinçsel gerilikten, Müslümanların düşünce dünyasının içinde bulunduğu durağanlıktan ve güncel konuları İslam zaviyesine göre değerlendirememe zaafından kurtulmanın yolunun ancak Kuran ve sünnete yeniden sarılmaktan geçtiğini gündeme taşımaya gayret etti. Bu yüzden ilah, rab, ibadet ve din terimlerini bu ifadesini doğrulayacak şekilde yeniden yorumladı. Şirk inancının mahiyetini, vahiy ve Rasullerin gönderiliş amacını ve insanın yaratılış gayesini bu tespitine uygun şekilde işlemeye özen gösterdi. İslam’a göre bir devlette değişmez yasaların koyucusu sadece Allah'tır; insanlar şeriattan bağımsız yasa yapamazlar. İslam’da devlet özel ve kamusal alan ayırımı yapmadığı için dinin günah saydığı her şey yasaklanmalıdır. Bu devlet kendi ideolojisini hayata geçirmek için çalışmalıdır. Allah Teâla kullarından evrende işleyen düzen gibi toplumsal alanda da bozulmadan işleyen bir düzen kurulmasını öngörmüştür. Ancak bu, insanın kendi iradesinden vazgeçip Allah'ın iradesi olan kanunlara boyun eğmesiyle mümkündür. Çünkü özgür irade bütün kötülüklerin kaynağıdır. Bu gün Müslüman toplumlar siyasette ilkelerin, düşüncenin ve yönetim biçimlerinin zamana ve mekâna bağlı olarak değiştiğini düşünüyorlar. Oysa tevhid inancı bütün Rasullerin hiç değişmeyen ortak mesajlarını içermektedir. Bu yüzden İslam’da bir devlet tevhid inancının en önemli unsuru ve amacı olamaz. Tevhid inancından yasa yapıcı sadece Allah'tır' ifadesi çıkartılamaz. Çünkü tevhid inancı Allah, evren ve insanın mahiyeti hakkında doğru bilgi vermeyi hedefler. Tarihte Müslümanlar devletin gerekliliğini inanca değil toplumsal maslahata bağlamışlardır’’ (İslam’da Siyasi Sistem-Mevdudi’den yararlanılmıştır)
Müslümanın yükümlülüğü İslam’ın ahlaki değerlerini siyaset alanında ve toplum düzeninde tesis etmektir!
Müminler, şeriatı yasaklayan bir devlette mecburen yaşarlar ama rahat ve kayıtsızlık içinde olamazlar. Kişisel olarak ve toplum yaşamında imkân buldukları ölçüde İslam’ın hükümlerini; şeriatı uygulamaya çalışırlar. Hikmet, itidal, şura ve merhale kurallarına uyarak Müslümanca hayatın imkânlarını var etmeye çalışırlar. Hiçbir Müslüman düzenin otoriter, reformcu, batıcı cahiliye şartlarını mazeret olarak öne sürerek İslam’ın yaşanılması konusunda sorumluluktan kaçamaz. Kendini; davet, küfre karşı gösterilecek direnç, iffetsizlikle ve haramlara karşı verilecek mücadelen beri tutamaz.
Bir Müslüman siyasal alanda sorumluluğunu sürdürmekte net ve kararlı olmak durumundadır. Milliyetçi ve devletçi söylemi basit gerekçelerle önemsizleştirerek üstüne düşen görevleri yok sayamaz. Şartları meşrulaştırarak kendini, ailesini ve çevresini bu ifsaddan uzaklaştırmak görevinden kaçamaz. Resmi paradigmayla tescilli ve sağcı kesimlerin köpürttüğü milliyetçiliği ve ulu önder tazimini kişisel yorumlarıyla yumuşatarak makul ve haklı göstermeye çalışmamalıdır.
‘Kendiniz ve en yakınlarınız aleyhine dahi olsa adil şahitler olun’, ‘bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin, adil olunuz’ emirlerine muhatap olan Müslüman tavırlarında rahmani ahlaka ve emirlerin mucibine önem verir. Hiçbir sorgulama yapmadan iktidarın kusursuzluğu veya toplumun çoğunluğunun kabullerinin mutlaka doğru olacağı ön yargısıyla hareket etmez. Müslümanın asla pazarlık konusu yapmayacağı değerleri ve hiçbir mazeretle yok sayamayacağı sınırları vardır.
Ekonomik krizler her zaman iktidara büyük zarar verirler. Bu olgu kadar iktidardakilerin ve iktidara yakın çevrelerin mali durumlarındaki artış ve hayat standartlarındaki değişimler aynı olumsuz kanaatin kuvvetlenmesini sağlarlar. Bu nevi olumsuzluklar karşısında Müslüman camianın ‘marufu emir münkeri nehiy’ bağlamında siyaset çevrelerini ikaz etmek sorumluluğunun gündemlerinde yer almıyor olması da aynı olumsuzluğu besleyecektir.
Türkiye’nin siyasal açıdan kırılgan bir zemine sahip olduğu bir gerçektir. Müslüman siyasetçilerin iktidarda bulunma süreçleri İslam’a düşman çevrelerin istekleri doğrultusunda değil ümmetin maslahatı doğrultusunda sürmesi şeklinde olmalıdır. İktidarın kaybedilmemesi adına Müslüman siyasetçilerin yanlışlarına sessiz kalınması en önemli zaaf halidir. Bu bağlamda daha değerli olan şey ilkelerimizin kaybedilmesi gerçeğidir.
Adil şahidlik zorumuza gitse de adaleti, hakkaniyet, ilkeleri hatırlatmakla ve marufu emredip münkerden kaçınmayı öğütlemekle ikame olabilir!
Rasulullah (sav) siyasetinde cahiliye döneminin aksine yönetim anlayışında mülkiyet konularına, adalet ve hakkaniyet ölçülerine uymaya büyük önem vermiştir. Adalet önünde soy, mevki, makam, mal, mülk gibi farklılıklar gözetmemiş; hakkın yerini bulmasına gayret göstermiştir: ‘’Allah Rasulüne (sav) hırsızlık yapmış Fatıma adlı eşraftan bir kadın getirilmiş ve bazıları aracılık yaparak cezayı hafifletmek istemişlerdi. Bunun üzerine Rasulullah (sav) hiddetlenmiş; ‘hırsızlık yaparak getirilen, kızım Fatıma dahi olsa elini keserdim’ buyurmuştur’’ (Buhari, Müslim)
Ahlaki yozlaşma, iffetsizlik, tesettürsüzlük konuları hepimize sorumluluklar yüklemektedir. Gelir eşitsizliği, yoksullaşma ile mücadele konuları önceliklerimiz arasında olmalıdır. Milliyetçilik ırkçılık karakterli çürüme ve cahili yozlaşmaya karşı mücadele azmimizi kaybetmemeliyiz.
İslami çabaların istikrar içinde sürmesi için tek şart uygun siyasal iklimin sürmesi değildir. Elbette iklim önemlidir ama davet çalışmalarının, ümmete dair yardımlaşmaların, Müslüman nesillerin inşasına bağlılığın önemi unutulmamalıdır. Bu siyasal ortamda muhacirler ve göçmenler konuları önemli imtihanlarımızdan olmaları özelliğine sahiptirler. Bu konu siyasetten ekonomiye hayat alanlarında her Müslümanın ‘mümin ahlakını ve kardeşlik bilincini’ yitirdiği bir fitneye dönüşmemelidir. Ümmet konularına ilgisini kaybeden kim olursa olsun cahili yozlaşmadan ve muhacir düşmanlarının iftira kampanyalarından nasibine düşen kirliliği yüklenecektir. Rabbimizin razı olacağı müminlerden olmak için dünya imtihanımızda gaflete, ihmale, gevşek davranmaya ödün vermeyelim.
Yüce rabbimiz gayret ve bilinçlenmemizi artırsın; davet çabalarımızı etkili kılsın. Toplumsal irademizi güçlendirsin. Bizleri; Kuran’ı yaşayan, sorumluluklarını idrak eden, öncü ‘Kuran Nesli’ nin yetişmesinde çaba sarf edenlerden eylesin inşaallah...