"Müslümanların Hukukla İmtihanı"

​​​​​​​Akhisar Özgür-Der'in 15 günlük seminerlerinin bugünkü konuğu Çorum'dan Bülent Gökgöz'dü.

Programın açılışında Avukat Taha Soylu, 15 Temmuz süreci sonrası yapılan yargılamaların istatistiksel sonuçları üzerine genel bir tablo çizerek konuyla ilgili katılımcıları bilgilendirdi.

Bülent Gökgöz konuşmasında genel olarak şu konulara değindi.

"Bugün Müslümanların gerek Türkiye’de, gerek İslam coğrafyasında gerekse de dünya ölçeğinde gelişen siyasal sosyal hadiselere adalet veya hukuk merkezli bakışları/tutumları, İslami kimliğin adalet merkezli bilinci kadar siyasal ufuk ve ilgilerinin ulaştığı bilinç ve birikimle de doğrudan ilgili. Müslümanlar olarak bizleri kuşatan ulus devletler, hakların tanınması ya da kısıtlanması noktasında kendi paradigmalarına uygun normlarla ‘meşruiyet’ çerçevesinde hukuk sistemleri oluşturmaktalar.

Oysa hukuk, hakk kelimesinin çoğuludur ve Arapçadır. Hakk, İslami bir kavramdır. Doğalın ve bozulmamış fıtratın gereği olan her şeyin, hak ettiği yerde sabit olması manasınadır. Hukuk da hakkın yerine getirilmesi için vazedilmiş kurallar manzumesidir. Birden fazla anlama sahip olan hakk kavramı, Kur’an-ı Kerim’de üç yüze yakın yerde geçmektedir. Allah, hakkın gerçekleştirilmesini ister. Müslümanlar için bir olgunun hakk ya da batıl olması Allah’ın çizdiği sınırlarda gerçekleşmesi ile ilgilidir. Yani devletlerin, kanun koyucuların kendi normlarına uygun kanunları ‘hukuki’ olsa da her kanun meşru olmayabilir. Nitekim ülkemizde 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu yasal açıdan hukuk formuna sahip olsa da Müslümanlar açısından meşru kabul edilemez.

Çok Partili siyasal düzen, vesayet sisteminin hegemonyasına tehdit olarak algılanmaya başlar başlamaz Kemalist statükonun koruyucusu orduyu siyasetten, hukuka, ekonomiden sosyal hayata dek müdahalelere sevk etti. Türkiye’de askeri müdahaleler eliyle siyasetin ve toplumun dizayn edildiği köklü bir gelenek inşa edildi. Bu inşanın kurucu ve meşruiyet unsuru olarak Kemalizm, vesayetin hem neşet ettiği hem de temsil edildiği ‘ortak değer’ oldu. 15 Temmuz darbesi de dâhil tüm cunta faaliyetleri, hedeflerini ve meşruiyetini bu ortak değer üzerine yapılandırdı.

İslam coğrafyasının adeta kaderi olarak algılanan vesayet rejimlerinde, darbe-muhtıralar eliyle doğrudan askeri müdahalelere ve iktidar değişikliklerine tanık olundu. Coğrafyamızda 1980’lere kadar yetmişten fazla darbe söz konusu iken 1980-2010 yılları arasında on sekiz askeri darbe yaşandı. Darbe sayısındaki bu düşüş orduların siyasetle veya toplumlarla ilişkilerinin normalleşmesine değil farklılaşarak başka bir düzleme taşındığına işaret etmekte. “Darbeyi engelleyici mekanizmalar” şeklinde tanımlamalar olsa da temelde orduların siyaseti, toplumu yönlendirecek farklı mekanizmaları devreye sokabilecek tecrübe ve politik manevralara da ulaştıklarını bizlere göstermekte diyebiliriz.

Her ne kadar kaba şiddete dayalı olan 15 Temmuz darbe girişimi bu durumun istisnası gibi gözükse de, militarist vesayetin ‘sivil’ unsurlar eliyle tahkim edilmek üzere seferber edildiği 28 Şubat darbesi; vesayet mekanizmalarının çeşitlenmesi açısından doğrudan örtüşen bir örnek olarak karşımızda durmakta. Üstelik 15 Temmuz sonrasında henüz 28 Şubat döneminin ‘sivil’ vesayet mekanizmaları ile de popülist muhafazakar okumayla yeniden ‘ortak değer’ güzellemesiyle cilalanan Kemalizm ile de hesaplaşılabilmiş değil. Yine Mısır’daki 3 Temmuz Sisi darbesi kaba şiddeti kullanarak ülkenin seçilmiş ilk cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi görevden uzaklaştırmış olsa da, ordunun ekonomiden medyaya, sivil toplumla olan ilişkilerine dek oluşturduğu kurumsal ağlar ve dış aktörlerin destekleri darbe sonrası süreci yönetebilmek açısından yaklaşık beş yıldır imkân sunuyor.

Orduların veya farklı vesayet merkezlerinin ‘hukuki’lik zırhlarını güçlendirmeye ya da modern vesayet araçlarını tahkim etmeye çabaladıkları bu çağda, Müslümanların hukukla ilişkilerinin, ilgilerinin daha canlı olması gerektiği de mücadele zeminleri açısından zorunluluk olarak kendini dayatmakta. Bu zorunluluk aynı zamanda İslami kimliğimizin bizlere yüklediği adaleti ikame etme sorumluluğumuzun da gereği olarak görülmeli.

Vesayet Sisteminin Dirildiği Hukuk Sisteminden Ne Ölçüde Adalet Beklenir?

Fakültelerde tedrisatı gerçekleşen hukuk bilgisinin, mantığının adaleti tesis etme konusunda önemi yadsınamaz. Diğer taraftan ülkenin cari hukuk müktesebatının ve anayasal yapısının siyasi ve askeri müdahalelere de açık ve büyük ölçüde Batı hukuk sisteminden mülhem yapısı, sancılı konjonktürlerde hem adalet talebinde hem de adaleti tesis etmede yetersiz kalmakta.

Misal olarak; Türkiye Anayasası Kemalist vesayet sisteminin kurucu unsurlarının değiştirilemez umde ve amentülerini de içinde barındırmakta, 1980 darbesinin izlerini de taşımakta, Ak Parti hükümeti döneminde gerçekleşen ve darbecilerin yargılanmasının önünü açan, cuntanın meşruiyet zeminlerini ellerinden alan 12 Eylül 2010 tarihindeki referandumda oylanan fıtri adalet beklentilerinin yansımalarını da içinde barındırmakta. Yani hem bir taraftan seküler ulus devletin statükocu kodlarını, hem Batı’nın ithal edilmiş hukuk formunu hem de daha fıtri diyebileceğimiz özellikleri aynı anda bünyesinde taşımakta. Aynı heterojen yapının, yargı ve bürokrasi yapısında da temsil edildiğini ve hatta 15 Temmuz sonrası süreçte, ulusalcı/Avrasyacı/Kemalist mensupların yanında milliyetçi forma sahip kadroların da hatırı sayılır pozisyon elde ettiklerini söylemek abartı olmasa gerek.

Bu olumsuz iklim güvenlikçi kaygıların en basitinden kovuşturma ve soruşturma süreçlerine, OHAL vasıtası ile çıkartılan KHK’lara yansımakta. Adalet beklentilerini ve hukuku hırpalayan beka siyaseti ise yaklaşan seçimlere doğru gittikçe ivme kazanmakta ve fıtri haklar üzerindeki statüko gölgesini hem büyütmekte hem de koyulaştırmakta.

Peki, 15 Temmuz’da ortaya konan değerli fedakârlık ve samimiyet, darbe sonrası süreçte hukuk ve adalet açısından da aynı hassasiyette devam ediyor mu? Başka şekilde ifade edecek olursak; darbeye karşı direniş motivasyonunun kaynağı olan İslami duyarlılık-bilinç, takibat ve yargılama aşamasında yerini devletçi refleksin beslediği güvenlikçi ve kimi zaman paronayak, intikamcı ve genellemeci bir ruha mı teslim oluyor?

Bu sürecin İslami kimlik ve duyarlılık sahibi kesimlerde de kafa karışıklığına, tutum bulanıklığına yol açtığını görüyoruz. “Devletin başka çaresi yok ki...”, “e kurunun yanında biraz yaş da yanabilir...”, “ama başka türlü FETÖ’cülerin temizlenmesi mümkün değil ki...” türünden işittiğimiz ifadeler, insaf sahibi Müslümanlardan sadır olmamalı demekten kendimizi alamıyoruz.

Yöntem ve Kriterler Ne kadar İsabetli?

Bugüne dek izlenen yöntem, topyekûn tasfiye oldu. Topyekûn tasfiye için 15 Temmuz öncesine ait Fethullahçı yapılanma ile en zayıf irtibat/ilişki biçimlerini dahi tespit edecek kriterler belirlendi. Bu sayede yapının içerisinde üst düzey faaliyet/görev üstlenen kadrolarından tutun da belli bir süreliğine veya 15 Temmuz’a kadar ilişkisi olan herkes tespit edilmeye çalışılıyor. Adalet Bakanlığı’nın on adet çatı iddianamesinin altında belirlenen ve 17-25 Aralık 2013 tarihinin milat kabul edildiği kriterleri şu şekilde maddelemek mümkün:

1. Bank Asya ve Paralel Yapı’nın diğer şirketlerine parasal katkı sağlamak.

2. FETÖ’nün sendikaları ve derneklerinde yönetici veya üye olmak.

3. ByLock ve benzeri özel şifreli yazışma programını kullanmak.

4. Kimse Yok Mu Derneği’ne bağışta bulunmak.

5. Emniyet ve MİT ve MASAK raporlarının olması.

6. Kapsamlı sosyal medya taraması.

7. Örgütün sivil toplum kuruluşları adı altında sohbet ve toplantılarına katılmak.

8. Doğal akış dışında kısa sürede terfi etmiş veya özel görevlere getirilmiş olmak.

9. Örgüte 'himmet' adı altında para aktarmak.

10. Güvenilir ihbarlar, ifade ve itiraflar bulunması.

11. Takip ettikleri sitelerin incelemesinden elde edilen sonuçlar.

12. FETÖ üyesi şirketlerin normal olmayan işlemlerini yapmak, koruyup kollamak.

13. Yargıda ve emniyette örgüt lehine hareket ettiği tespit edilen kişiler arasında yer almak.

14. Paralel Yapı’nın ev ve yurtlarında kalanların sonraki yıllarda gösterdiği davranışlar.

15. İşyerinde diğer çalışanlardan, tanıyan kişilerden elde edilen bilgiler.

16. Örgütün gazete, dergi aboneliği ve çocuğunu okullarına göndermeyi 17/25 Aralık’tan sonra sürdürmek.

Dikkat edilirse maddeler içerisinde yer alan suistimale açık “güvenilir ihbarlar, itiraf ve ifadeler”, “işyerinde çalışanlardan veya tanıyan kişilerden elde edilen bilgiler” kriterlerinin yanında bir yapının en basit/zayıf ilişki biçimini dahi tespit edebilecek “…üye olmak”, “…bağışta bulunmak”, “… sohbet ve toplantılarına katılmak” , “…ev ve yurtlarında kalmış olmak”, “…gazete, dergi aboneliği bulunmak veya çocuğunu okullarına göndermiş olmak” gibi kriterler de var. Zaten gündemde yer alan veya çevremizde tanık olduğumuz mağduriyetlere sebebiyet veren de çoğunlukla bu kriterler oldu.

17 Aralık veya Kırmızı Kitap Milat Olabilir mi?

Pişmanlık sadece üst düzey devlet yöneticilerinin veya parti teşkilatlarındaki insanların değil, Fethullahçı yapı ile irtibatları olmuş tüm insanlara hak olarak sunulmalıydı. Bu durumun istisnası, darbeyi organize eden, içerisinde yer alan, insanları katleden, finans-medya-sosyal medya vb araçlarla doğrudan darbeye lojistik destek sağlayan ve hatta darbe fikrini halen savunanlar olmalıydı. Aksi halde bu kriterler ile tespit edilen en zayıf halkadan veya geçmiş dönemde yapı ile irtibatı olmuş her kimse, darbeyi gerçekleştiren Fethullahçı yapının militan bir neferi olarak damgalanıyor. Oysa 17 Aralık sürecine kadar üst düzey devlet yöneticilerinden yerel parti ve bürokrasi teşkilatlarına kadar kahir ekseriyet, yapının Türkçe Olimpiyatları, açılışları, sohbetleri vb etkinliklerine katılıyor, gazetelerini alıyor, bankalarından işlemler yapıyor, yardım kuruluşlarına bağışlarda, himmetlerde bulunuyorlardı. Şu ana kadar da tasfiye sürecinin özellikle Ak Partili belediye ve teşkilatlara, üst düzey bürokrasiye göstermelik birkaç ihracın dışında etkisi olmadı.

Eğer üst düzey yöneticilerin, siyasilerin “aldanmışız, kandırılmışız, ahmakmışım” demeleri hak ise, en zayıf halkalardaki veya üyelik ilişkilerindeki insanlara da pişmanlık için fırsat verilmesi o kadar haktır. 15 Temmuz tarihinden geriye dönük olarak terör tanımlamasıyla 17 Aralık’ı veya Kırmızı Kitap’ı ölçü almak ne kadar hukuki ve adil olabilir? Eğer 17 Aralık’ta bu yapıya ait kurumlar, dernekler, sendikalar, gazeteler, dergiler, bankalar vb araçları terör kapsamında değerlendirilse idi bugün yargılamalarda bahse konu araçlara ilişkin irtibatlar da suç kapsamında değerlendirilebilirdi. Yani kovuşturmalar, ihraçlar, cezalar hukuki olabilirdi. Lakin Müslümanlar açısından yine de meşru kabul edilemezdi.

Yüce Rabbimizin günleri insanların arasında çevirdiğine iman etmiş insanlarız, empati kuralım. Şayet Fethullahçı yapı darbede başarılı olup kendilerine muhalif gördükleri kesimleri Kırmızı Kitap’ta zikredip; tarih olarak kabul ettiği milattan geriye dönük olarak Özgür-Der’e, İlim Yayma Cemiyeti’ne, Ensar Vakfı’na üye olmayı, Memur-Sen Eğitim-Bir Sen gibi sendikalara üye olmayı, bahse konu veya başka cemaatlerin sohbetlerine bir kez dahi katılmayı veya yurtlarında barınmış olmayı, İHH’ ya Kızılay’a bağışta bulunmayı, Ak Parti’ye oy vermiş olmayı, Suriye’deki kıyamı desteklemiş olmayı, Yeni Şafak, Yeni akit vb gazetelere, Haksöz vb dergilere abone olmayı ve Fethullahçı yapının dışındaki bankalara para yatırmayı suç kabul edip bizleri yargılasa idiler, itiraz etmez miydik? Ve hatta itiraz ederken devletçi reflekslerle mi, İslami ilkelerimizle mi hareket ederdik? İstiklal Mahkemelerine, geriye dönük işletilen Şapka Kanununa neden itiraz ediyoruz? Zalimlerin tasfiye yöntemleri, adalet arayışımızda yolumuzu aydınlatmamalı.

O zaman yargılama, kovuşturma sürecinin miladı 15 Temmuz’da yapılmak istenen darbe girişimi ve yargılamaya konu teşkil edecek suçun odağında da darbe fiili yer almalıydı. Fethullahçı yapıya geçmişte selam vermiş, ilişkide bulunmuş her insanı özellikle en zayıf halkadaki insanları dahi darbeyi bil fiil gerçekleştiren çekirdek organizasyonla denk tutmak adil olamaz. Mağduriyetlere konu teşkil eden asıl problemin; Fethullahçı yapı ile irtibatların tespitindeki isabet hatalarından ziyade yapı ile mücadele-tasfiyede, taban olarak adlandırılabilecek musalli tabilerin darbecilerle aynı kriterlerle soruşturmaya maruz kalmaları olduğu görülmedi.

İsabet; Makul Şüphede mi Masumiyet Karinesinde mi Aranmalı?

Bahse konu kriterler en küçük bir ilişki izini dahi süren ve büyük ölçüde isabet sağlayan kriterler. Soruşturma-kovuşturma aşamasının odak noktası, kriterlerin açığa çıkaracağı en zayıf izleri de hedefledi. Elbette bu izler sadece yapı ile organik irtibatı olmayan kişilerden de mağdurlar üretti. İsabetten kastın FETÖ izleri bulunan isimlerin tespit edildiği soruşturmalar, masumiyet karinelerini veya zahiren de olsa pişmanlık, af taleplerini görmezden geliyor. Oysa adaletin tesisinde masumiyet karinesi ön planda olmalıydı.

Fethullahçı yapının darbe girişimine ne kadar öfkelensek azdır ancak bir topluma olan kinimiz bizleri adaletsizliğe sevk etmemeli. Hz. Peygamber(as)’ın Tirmizi’de yer alan bir hadisinde şöyle buyurduğunu görüyoruz:“Elinizden geldikçe hadd cezalarını Müslümanlardan def edin. Bir özrü varsa hemen salıverin, zira imamın yanlışlıkla affetmesi, yanlışlıkla ceza vermesinden daha hayırlıdır”. Yine Allah Rasulü’nün “Şüpheler sebebiyle cezaları kaldırın” buyurduğu da bildirilmektedir.

Önderimiz Hz. Muhammed(sav)’in sözlerindeki hikmet, suç işlemiş veya işlemeye yaklaşmış insanları kuşatabilme, suç odağından uzaklaştırmayı ayrıca kati deliller olmaksızın ‘suçlu’ etiketlemesinden arındırarak Müslüman itibarını yükseltmeyi hedefliyor. Bununla birlikte dile getirdiğimiz hassasiyetler, insanları katleden darbecileri, darbeye ön açan ve içinde yer alan, nedamet duymayanların ise ağır bir şekilde cezalandırılmaları gerekliliğini örtmez. Devletçi refleks Müslümanların örnek alacağı davranışlardan birisi olmamalı.

Oysa Kemalistlerin ne 28 Şubat darbesinden ötürü ne de Ergenekon, Balyoz, Gezi darbe girişiminde bulunmalarından ötürü en zayıf halkalarının dahi mal varlıklarına tedbir konulduğuna şahit olmadık! Mesela yakasında Mustafa Kemal rozeti veya kitaplığında Nutuk bulunduran emniyet, yargı, eğitim veya diğer kamu görevlilerinin mal varlığına tedbir konulup meslekten ihraç edildiler mi? 28 Şubat darbesine aleni destek veren işadamlarının şirketlerine kayyum atanması gerekmez mi?

Güvenlikçi Kaygılara Feda Edilen Hukuk İlkeleri

15 Temmuz darbe girişimin hemen ardından başlayan FETÖ soruşturmalarına ilişkin toplu tasfiye mantığıyla belirlenen kriterlerin en temelde masumiyet karinesini zedelediğine tanık olduk. Suçun şahsiliği, suçun öngörülebilirliliği, suçu sabit oluncaya dek bireylerin masum kabul edilmesi, suçun tanımlandığı tarihten geriye yönelik kapsamın genişletilmemesi, teamüllerin kesin delillerin yerine ikame edilmemesi gibi ilk elde sayılabilecek ilkeler özellikle 15 Temmuz sonrası sürece ait yargılamalardaki iddianamelerde ve kararlarda ciddi oranda aşındırıldı.

Bu duruma paralel olarak OHAL eliyle çıkartılan KHK’ların aynı mantıkla işlediğine ve masumiyet karinesini dikkate almadığına dair kararlara da tanık olmaya devam etmekteyiz. Hukuki bir ilkeyi çiğnemeye başladığınızda ilkelerin buharlaşmasını ve bu durumun teamül haline gelmesini engellemek daha da zorlaşır. Tartışmalara konu olan 696 Sayılı KHK’nın “tutuklu ve hükümlülerin tulum giymesini zorunlu kılan”103.maddesi yanlışlarda ısrar edildiğine ve hatta kurumsallaştığına işaret etmekte. Kişilerin suçsuz bulunması ihtimalini devre dışı bırakıp peşinen suçlanmalarının ve hatta damgalanmalarının önünü açan hukuk dışı bir uygulamayla adil yargılanmadan bahsedilebilir mi?

Örneğin 11.480 kişiyi mağdur eden zoka deşifre edilmeden önce 696 Sayılı KHK yürürlüğe girseydi ve şimdi masum oldukları anlaşılan bu insanlara badem kurusu kıyafetler zorla giydirilmiş olsaydı eşit yargılanma hakkından bahsedebilir miydik?

Türkiye’deki idam tartışmalarına da bu pencereden bakmak icap ediyor.

‘Mor Beyin’ adlı zoka, Fethullahçı yapının kendini kamufle amacıyla hedef saptırmaya matuf bir kumpası elbette.

11.480 kişide ortaya çıkan zoka, en baştan itibaren ifade edilmeye çalışılan Bylock kriterine yaklaşımla ilgili zaafları ortaya çıkarmış oldu. Asıl suç teşkili darbeye dair mesaj içerikleri olması gerekirdi. Dahası ifşa edilen zoka, Yargıtay’ın Bylock’u örgüt üyeliğine delil saymasına ilişkin kararını çürütürken siyaset erkinin ‘mağduriyet edebiyatı’ diye tahfif ettiği üst perdeden çıkışların temelsiz ve haksız olduğunu da teyit etmiş oldu.

Halen spekülatif tanık ifadelerinin, bir dolarların, 17/25 Aralık’ın ve hatta kimi davalarda çok daha öncesine ait tarihlerin, dini sohbetlere katılmış olmanın, dershane ya da okullarında öğrenim görmüş olmanın, dini içerikli kitap bulundurmuş olmanın iddianamelerde delil olarak sunulduğu yargılamalara şahit oluyoruz. Hangi ilkellik ve tezatlıkla açıklanır bilinmez ancak yasaklanmış bir kitabı bulundurmak suç, imha ederken yakalanmak ayrı bir suç!

Yakın zamanda OHAL komisyonunun verdiği ilk karar da ümit var olmayı zor kılıyor.

OHAL Komisyonu Umut Olabilir mi?

OHAL komisyonunun oluşturulması doğru yönde atılmış bir adım olmasına rağmen burada mantık açısından bir tezatlık var. Eğer KHK’ler eliyle cüzi de olsa göreve iadeler varsa ve komisyon eliyle de yanlışların düzeltilmesi hedefleniyorsa, FETÖ soruşturmalarında hataların varlığı siyaset erki tarafından zımnen kabul edilmiş olunuyor. Hem kriterler hem de soruşturmaların işletilmesi açısından ortaya konan yanlış kararların komisyon eliyle düzeltilmesinin beklenmesi, gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenip iki yakanın bir araya getirilme çabasına benzetilebilir. Oysa doğru olan, yanlış kararlara sebebiyet veren kriterlerin ve soruşturma şekillerinin gözden geçirilmesi olmalıydı. Komisyon dakikalarla sınırlı zaman diliminde dosyayı inceleyip son kararını vermeye devam edecekken üst taraftan kriterlerin yol açtığı mağduriyet vakaları birikmeye devam edecek. Zaten toplu tasfiye ile bir gecede ihraç edilen insanların mağduriyetlerinin tek tek başvurularla incelenmeye alınması, samimiyetin sorgulanmasını da beraberinde getiriyor. Böylelikle OHAL komisyonu bir umut veya samimi bir telafi çabası olmak yerine, zaman kazanmaya matuf ve haklı tepkileri yumuşatmaya yönelik dostlar alışverişte görsün kabilinden sembolik bir oyalanmaya dönüşecek.

Bu noktada somut ve tartışmalı byLock kriteri üzerinden örnekleme yapılabilir. Yargıtay son kararıyla “…uygulamanın örgütsel amaçla kullanılması nedeniyle ve herkesin uygulamaya kendi isteği doğrultusunda dâhil olamayacağı birlikte değerlendirildiğinde yine FETÖ Terör örgütünün hücresel yapısı dikkate alındığında uygulamaya katılanların ve kullananların örgüt mensubu olmamaları mümkün görülmemektedir” diyerek bylock uygulamasının tespit edildiği tüm telefon sahiplerinin “örgüt üyeliği” ile yargılanmasına hükmetti. Oysa bugüne dek dile getirilen mağduriyet vakalarının önemli ölçüde bylock kriterinden kaynaklandığı aşikâr. Bu durumda OHAL komisyonu, yargıtayın son kararını ve önüne gelen dosyalarda mevcut istihbarat kurumunun-ki kimi listelerde operatör kaynaklı hatalar yapıldığı siyaset erki tarafından da dile getirilmişti- bylock raporlarını nasıl değerlendireceği merak konusu. Bylock kullanıcıları içerisinde tek sefer mesaj almış olan da yüzlerce defa mesaj trafiğine katılmış olan da mevcut. Büyük oranda Cuma günü tebrikleri, dua ve vaaz paylaşımlarının olduğu mesaj trafiklerinde asıl tespit edilmesi gereken ise darbe suçuna dair paylaşımlar olmalıydı.

FETÖ ile Mücadele Dini, Fıtri ve Hukuki Zeminden Beslenmeli

Darbe yoluyla, kumpaslarla, her türlü yolu meşru gören ve toplumun tercihlerine, taleplerine, güvenliğine ipotek koyan yapılara karşı devletin mücadele etme hakkı, öncelikle toplumsal barış ve huzur için olmalıdır. Bu doğrultuda ister Gülenci isterse Kemalist cunta özlemleri taşıyan yapılara karşı devlet mekanizmalarının kendini, varlığını borçlu olduğu toplumu adına savunmasıyla haklılık elde eder. İslami terminolojide zarureti hamse olarak ifade edilen can, mal, düşünce, nesil ve dinin korunması için toplumdan güç alan devlet aygıtlarının harekete geçmesi haktır. Burada tartışmaya konu olan durum mücadelenin kendisi değil, nasıllığı yani meşruiyetidir. Sorunlar burada başlıyor.

FETÖ ile mücadele adına tanık olduğumuz soruşturmalar gücünü ve meşruiyetini, 15 Temmuz gecesi toplumun ortaya koyduğu dini, fıtri ve hukuki arayış temelinden değil, büyük ölçüde ulus devlet mekanizmasının güvenlikçi ve seküler mentalitesinden almakta. FETÖ soruşturmaları hukuki zeminden siyasi zemine doğru kaymıştır.

Hukuki mücadeleden toplu tasfiyeye yönelen süreçte hükümetin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarının, tutumlarının etkili olduğunun altını çizmek gerekir. Söz gelimi Erdoğan’ın soruşturmaların ilk dönemlerinde samimi olarak dile getirdiği “at izi iti izine karıştı” söylemi, davaların olası sulandırılabilme kaygısı ile terk edildi. Oysa asıl sulandırma mağduriyetlerin varlığını küçümseme veya inkârla başladı. Daha sonraki açıklamalarında “bunlar takiyye yapıyorlar, itiraflarında samimi değiller” mealindeki açıklamaları pişmanlık kurumunu itibarsızlaştırırken son dönemlerde dile getirdiği “bunlardan pişman olan yok ki”açıklamaları ise adeta hâkim ve savcıları daha katı tutumlara sevk etti. Kuşkusuz en katı tutum ise yargı kararlarının tartışılamaz noktaya doğru yol almasıdır.

Toplumun Pişmanlığı Siyasetin Pişmanlığından Daha mı Değersiz?

İslami terminolojide ‘gayb’ olarak kullandığımız kavramın bir benzeri de hukuk terminolojisinde yer almakta. Öngörebilirlilik. Hukuki güvenlik ilkesinin parçası olan öngörebilirlilik, suçun oluşmasında kastın var olup olmadığını ve sonrasında soruşturmaya veya suça konu olan eylemin hangi bilinç düzeyinde gerçekleştirildiğini tanımlayan bir ilke. FETÖ soruşturmalarındaki kriterlerin uygulanmasında, kişinin yapıyla iltisaklı veya irtibatlılığını tespitte ayırt edici önemli bir ilke olarak “öngörebilirlilik” maalesef uygulanmadı. Sözgelimi dini kaygılarla katıldığı yapının vaaz ve tebrik paylaşımlarını alabilmek için bylock kullanıcısı olan bir şahıs; bu yapının kanlı bir darbeye kalkışabileceğini, Fethullahçı yapılanmadan yüklediği bu programın ilerde darbeye girişebilecek bir yapının üyesi olmakla suçlanabileceğini, bu programın suç unsuru teşkil edip etmeyeceğini ne ölçüde öngörebilirdi?

Öngörebilirlilik; kanlı darbeyi planlayan Gülenci yapılanmanın organik ilişkisi içerisindeki bir üye mi, yoksa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aslında yapıyı tasnif eden ihanet-ticaret-ibadet şeklindeki tutarlı kategorilendirmesindeki ibadet halkasında yer almış dindarane kaygıları olan kişi mi ayrımını yapmak için kullanılmalıydı.

FETÖ Soruşturmalarının Muhasebesi Ne Zaman Yapılacak?

Darbe üzerinden bir buçuk yıl geçmiş olmasına rağmen soruşturma ve kovuşturmaların hızında kısmi düşüş yaşansa da kitlesel gözaltılar yoğunlukla devam ediyor. Artık soruşturmaların istisnaları olmakla birlikte ana hedef kitlesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, soruşturma makamlarınca dikkate alınmayan tanımlamasıyla ‘ibadet’ tabakasından oluşmakta. Öğrenci evine yemek götürmüş teyzeler, amcalar, sohbetlere katılmış ev hanımları, öğrenciler, yaşlarına sağlık durumlarına, Fethullahçı cunta ile ne ölçüde irtibatlı olduklarına bakılmadan soruşturmaların hedefi olmaktalar.

Asıl üzücü olan ise beka siyasetinin doludizgin seyir ettiği bu atmosferde siyaset erkinin ne mağduriyetler ile ilgili ne de mağduriyet üreten soruşturma kriterlerine dönük muhasebe yapacağına dair en ufak bir işaret göstermemesi. Peki, son yıllarda gelgitlerle malul olsa da Müslümanların göğsünü kabartan, mazlumlardan yana duran ve küresel güçlerce halen bedel ödemek zorunda bırakılan Ak Parti’nin politikaları ile FETÖ soruşturmalarının ürettiği apaçık mağduriyetler karşısında istiflerini bozmamaları açık bir tutarsızlık değil mi?

Kudüs için gösterilen haklı ve kıymetli tepkilerin, çabaların Cumhuriyet tarihinde örneği yok dense yeridir. Peki, aynı duyarlılık neden brifingli 28 Şubat yargısının mağdur ettiği Müslümanlar için gösterilmiyor? Hizb-ut Tahrir davasında 660 yıl ceza yağdırılan Müslümanlar Myammar’dan daha uzak bir coğrafyada mı yaşıyorlar?

15 Temmuz’un Sunduğu Vesayetle Mücadele Fırsatı Değerlendirilemedi

15 Temmuz ile birlikte yakalanan toplumsal desteğin gücüyle hesaplaşılması gereken asıl vesayet unsuru olan Kemalizm’in tasfiye edilmesine start verilememiş olunması, bütün bir toplumun mağduriyeti olarak da yorumlanabilir. Öyle ki bugün halen Atatürk’ü koruma kanunu üzerinden Kemalizm eleştirileri yapan herkes, yargısal nasibini almaya devam etmekte. Kemalist vesayet önümüzdeki uzun yıllar boyunca geleceğimizi ipotek altında tutmaya devam edebilecek ölçüde anayasal ve bürokratik zemine sahip olmaya devam ediyor. Darbeci zihniyeti üreten asıl kaynağın mevcut Kemalist zihniyet olduğu ıskalandı. Ak Parti hükümeti bu açından 15 Temmuz fırsatını yeterince değerlendiremedi.

Çıbanın Başı da, Bataklığın Kaynağı da, Kötülüklerin Anası da Kemalizm’dir!

Gülenistlerle mücadele gündemi, Türkiye’de darbe sonrası asıl tehlikenin halen Kemalist vesayeti diriltmeye çalışan, Kemalist darbelerin özlemleri ile yanıp tutuşan müzmin muhalifler olduğunu örtmemeli. TV ekranlarında canhıraş darbenin faturasını dindarlara çıkartmaları, tüm cemaatlerin fişlenip devlet bünyesinden temizlenmesini dillendirmeleri beyhude çabalar olarak görülmemeli. Kemalistlerin en temelde itirazları darbe fikrine değil. Genlerinde darbecilik bulunan ve halen toplumu aydınlatılması gereken cahiller yığını olarak görenlerin itirazları, darbeyi ‘dindar’ların yapmaya kalkmış olmaları, darbe tekelini ellerinden almış olmaları ve Cumhuriyetin gözbebeği TSK’nın dindarların eline geçmiş olmasınadır.

Onlarca yıl baskı ve yasaklarla, Türkiye toplumunun dinini yaşamasına izin vermeyen Kemalist sistemin asıl müsebbibi olduğu travmaları her ortamda dile getirmeye devam etmeliyiz.

İslami Camianın Adalet Talebiyle İmtihanı

Dile getirilmesine rağmen tekrar hatırlatmakta fayda var. Zira öğüt alınması umuduyla hatırlatmakta fayda vardır ilkesi gereğince, İslami camianın tüm yaşanan hukuksuz uygulamalar karşısında suskunluğunu koruması ‘İslamilik’ iddiasını da zedelemekte. Öyle ki insan mevcut gidişatın karamsar halini gözlemleyince yıllardır kullana geldiğimiz ‘tevhidi yapılar’, ‘İslami camia’ vb tanımlamalarla anılan yapı- öbeklerin kimliksel aidiyet ve bilinçlerinde ciddi erozyonlar mı var sorusunu da sormadan edemiyor doğrusu. Ya da imkân ve kazanımlar artarken bilinç ve tavır sahibi olma niteliğinde azalma mı oluyor?

İslami camianın FETÖ soruşturmalarında yaşananlara dair duyarsızlığı, hükümetin soruşturmaların seyriyle devasa boyutlara ulaşan mağduriyetlerdeki sorumluluğundan daha az değil. Ve hatta adaletle emrolunmuş İslami yapıların hükümetin uygulamalarını bütünüyle onaylayan, devletçi refleksi benimseyen tutumlara savrulmaları ciddi kimlik erozyonuna işaret etmekte.

Rabbimizin vazettiği ‘Müminler ancak kardeştir’ ilkesi, FETÖ soruşturmaları boyunca İslami camia tarafından yerine getirilmemiş, kardeşliğin gerektirdiği dayanışma örnekliği sergilenmemiştir. İstisnaları olmakla birlikte feryat eden, gözyaşları içerisinde ocakları, yuvaları dağılan insanların ellerinden tutulmamış, hükümetin yanlış politika ve kararlarına ilişkin emr-i bil maruf nehy-i an’il münker sorumluluğu da ifa edilmemiştir.

Sadece hükümet kadrolarını çürütmekle, yozlaştırmakla kalmayan sorgusuz tabiyet kültürünün, İslami yapıları da güdükleştirdiğine tanıklık ediyoruz. Şurası kesin ki adaletsizliğe, zulme sessiz kalmaması gereken yapıların sessizliği, mağduriyetlerin bu denli büyümesinde etkili oldu.

Sadece FETÖ soruşturmalarının oluşturduğu hukuki sorunlarda değil; 28 Şubat, Ergenekon, Balyoz, Yasin Börü, Mavi Marmara davalarında, Sivas meselesinde, 15 Temmuz sonrası OHAL iklimi ve KHK’lardaki zaaflı kararlarda, 5816’ya muhalefet iddiasıyla cezaların yağdırılmasında, Hizb-ut Tahrir davasında icat edilen “silahsız terör örgütü” suçlamasında, cezaevlerindeki tutuklu Müslümanlar, Yabancılar Şubelerinde ve Geri Gönderme Merkezlerinde muhacirlerin yaşadıkları, cezaevlerindeki insani koşulları zorlayan durumlarda, yerlilik ve millilik furyasıyla Kemalizmin ‘ortak değer’ adıyla cilalanmasında, milliyetçi hamasi sloganların iç ve dış politikada belirleyici olduğu durumlarda, siyaset erkinden aldıkları güçle pelikancı-tetikçi artıklarının medya üzerinden itibar suikastına kalkıştıklarında, İslamcılığı ve İslamcıları yerden yere vuran iktidar dalkavukları racon kestiklerinde, dış politikada sıkışma anında yıllardır yanı başımızda kardeşlerimizi katleden Rusya-İran’ın ellerini sıkmayı teklif eden ahlaksızlarla ilgili ya da zaman zaman ibrenin fıtrilikten devletçi-milliyetçi-ulusalcılığa döndüğü iktidar dili gibi örneklerini daha da çoğaltabileceğimiz hadiseler karşısında Müslüman mahallesinde adeta suskunluk, tavırsızlık ve ilgisizlik ağır bastı."

Program ikram edilen çay sonrası katkılar ve sorulan sorularla devam etti

Etkinlik-Eylem Haberleri

Bursa’da Suriye devrimi ve Gazze konuşuldu
"Sürünün İçinde Dijital Dünyaya Bakışlar"
Başakşehir’den Gazze direnişine bin selam!
Adana Özgür-Der’de “Emperyalizm ve Siyonizm İlişkisi” konferansı düzenlendi
Özgür-Der Gençliği “İslami Perspektiften Psikoloji” kitabını değerlendirdi