secakirgil@yahoo.com
'Yerli ve millî duruş’tan sıkça söz ediliyor son zamanlarda... Ancak bu ibarenin ne mânâya geldiğinin ve sınırlarının açık tarifinin yapılması gerekiyor.
‘Yerli ve millî duruş’la belli bir coğrafî mekâna veya belli bir etnik unsura bağlılık değil, müslümanların asırlarca oluşturdukları yüksek insanî değerlere bağlılığın anlatılmak istendiği; sadece bu topraklarda değil, dünyanın neresinde haksızlığa, zulme uğrayan varsa, kim tarafından ve kime karşı bir zulüm yapılıyorsa, hiçbir ayırım yapmaksızın, zulme karşı mazlumun yanında yer almak ve insanî değerlerin korunması ve savunulmasını her şeyin üstünde bilmek olduğu açıkça anlaşılıyor.
***
Bu vesileyle hatırlayalım ki, Saîd Halîm Paşa da ‘Muselman nazarında vatan, inancının hayata hâkim olduğu topraklardır’ ve Muhammed İqbâl de, ‘Bizim için İslâm’dan başka sınır da yoktur, vatan da...’ diyordu.
Evet, bütün zaman ve mekânlara, bütün insanalara hitab eden bir cihanşûmûl dinin bağlılarının ‘yerli ve millî’ derken de, başka bir mânâ taşımamaları gerekir.
Bu anlayışladır ki, Tayyîb Erdoğan, geçen hafta Bangladeş’de idâm edilen Cemaat-i İslâmî Teşkilatı’nın lideri (ismi, Rahman olan Allah’ın mutî/itaatkâr kulu) mânâsına gelen ‘Mutî-ur’Rahman’ın idâmına karşı çıktı ve onunla ilgili çok duygulu bir konuşma yaptı, onun düşündürücü vasiyetnâmesini okudu.
***
Mutî-ur’Rahman’ın idâm ediliş gerekçesi ne miydi?
Bunu anlamak için önce 1947’lere ve sonra da 1971’lere bakmak gerekiyor.
14 Ağustos 1947 tarihinde istiklâlini ilan eden ve resmî adıyla Pakistan İslâm Cumhuriyeti olarak tarih sahnesine çıkan yeni devlet, Doğu ve Batı Pakistan olmak üzere iki parçadan oluşuyordu. Batı Pakistan, Hind alt kıt’asının kuzey-batı ucundaki Pencab Vadisi’nde idi; Doğu Pakistan ise, Hind alt kıt’asının kuzey-doğu ucundaki Bengal Körfezi’nde bulunuyordu ve bu iki parça arasında, Hindistan isimli kocaman bir düşman kitle ve iki bin kilometrelik bir mesafe vardı. Bu iki parça arasındaki halkları birbirine bağlayan tek şey, İslâm inancı idi. Bunun dışında, her iki parçada da yüz milyonu aşan kitleler farklı dil, kültür ve gelenekler ve sosyal şartlar altında yaşıyorlardı.
Yeni bir devlet kuruluşunun acıları, sancıları olacaktı elbette... Ama, hele de, 1970 Nisanı’nda, Bengal Köfezi’ndeki Doğu Pakistan’da 750 bin insanı yutan ve başa çıkılması hemen hemen imkânsız olan korkunç bir sel felaketi meydana gelince...
Doğu Pakistan’da Şeyh Mûcib-ur’Rahman diye anılan bir Bengal ayrılıkçısı kişi, o faciayı iyi kullandı ve Hindistan’ın da yardımıyla o fiilî ayrılığı hukukî ayrılığa dönüştürmek üzere korkunç bir iç savaş başlattı.
***
İşte o zaman, İslâmî dikkati yüksek olan çevreler, ayrılığın doğru olmadığını ilân ile, iç savaşa ve ayrılık fikrine karşı çıktılar. Ama, sonunda Pakistan, kuruluşunun 24 yıl sonrasında bölündü ve Doğu Pakistan’da Bangladeş adıyla yeni bir devlet kuruldu.
Şeyh Mûcib, katı laik bir kişiydi ve kendisini, bizdeki benzerine özenerek, (Bengal halkının babası) mânâsında Bangabandu olarak isimlendirmişti. Ama, henüz diktatörlüğünün 4’üncü yılında Şeyh Mûcib ve ailesi korkunç şekilde toptan yok edildi. Sadece 13 yaşındaki Hasine isimli bir kızı, divanın altına gizlenerek hayatta kalmıştı.
***
Aradan nice yönetimler geldi geçti. Gıyasuddin Khan, General Ziyâ-ur’Rahman ve General Huseyn İrşad yönetimleri geldi geçti. Bu arada Hasine de, tabiatiyle babasının adını kullanarak iktidara geldi, gitti; başkaları da...
Ama, 5 sene önce Hasine tekrar geldi iktidara ve bu kez, o iç savaş sırasında, Bangladeş’in istiklâline, müslümanların birliğinin korunması adına karşı çıkan müslüman liderleri, hatırlayıp, onların üzerlerine vatan hainliği ve diğer suçları yıkarak, düzmece bir mahkeme kararıyla birer ikişer idâm ediyor.
Hasine, babasının âkıbetiyle karşılaşırsa, şaşılmamalı...
Star