Tarîf bin Mâlik isimli bir Berberî komutanın öncülüğündeki Müslüman keşif kolu, Akdeniz’in Atlas Okyanusu’na bağlandığı boğazı geçerek İber Yarımadası’na adım attığında, tarihler 710 yılının yaz aylarını gösteriyordu. Emevî İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika Valisi Mûsâ bin Nusayr’ın emriyle Avrupa’ya adım atan ilk birlikler, dönüşlerinde, kıtanın fethe son derece müsait olduğunu ve Hristiyanlar arasındaki şiddetli çatışmaların Müslümanların işlerini kolaylaştıracağını rapor etmişti. Bir yıl sonra, 711’de, bu defa 10 bin kişilik bir Müslüman ordusu, daha sonra “Endülüs” olarak adlandırılacak olan bölgeye geçiş yaparak, Hristiyanlarla çatışmaya başladı. Vizigotlarla yapılan ilk savaş Müslümanların lehine neticelenince, İslam ordusu bugünkü Fransa sınırına kadar ilerlemeye başladı.
- Bu ilk askerî seferlere ve fetihlere katılan Müslüman birlikler, acaba dünya tarihinin şahit olduğu en muhteşem medeniyetlerden birinin kuruluşuna giden yolu döşediklerinin farkında mıydı? Muhtemelen hayır. Ancak, kendi dönemlerinde ellerinden gelenin en iyisini yaparak sonraki nesillere altın değerinde bir miras bıraktılar. Medeniyetler de zaten, bir nesilden diğerine sürdürülen bir bayrak yarışı değil midir? Öncekiler görevlerini iyi ve doğru yaparsa, sonrakiler de duvarın taşlarını yukarı doğru örmeye devam ederler. Her bir nesil aynı sorumlulukla davrandığında ise, ortaya gerçek bir ihtişam çıkar. Endülüs’te şahit olduğumuz şey, tam da bundan ibarettir aslında.
711’den 1492’ye kadar neredeyse 800 yıl boyunca bugünkü İspanya topraklarında siyasi varlıklarını sürdüren Müslümanların tarihi, İspanya ve Avrupa tarihiyle öylesine iç içe geçmiştir ki İslam’ı ve Müslümanları buradan söküp atmak mümkün değildir. Endülüslü Müslümanların tarihlerini ve eserlerini çıkardığınızda, İber Yarımadası’nda doğacak olan boşluğun telafisi de mümkün değildir.
- İspanya’nın güneyini, beşinci yüzyılda buralarda hâkimiyet kuran Vandallara nispetle “el Endelus” (Vandalların Ülkesi) olarak adlandıran Müslümanlar, 1600’lerin başında tek bir fert kalmayacak şekilde kıtadan sürülüp çıkarılmalarına kadar, eser vermeyi ve bütün zorluklara rağmen üretmeyi sürdürdüler. Hristiyan bağnazlığına kurban giden sayısız esere ve şehre rağmen, bugün elde kalanlar bile Endülüs’ün ihtişamını tahayyül etmeye yeter. Tarihe derinlemesine bakabilenler için elbette.
Günümüzde, İspanya’nın üç önemli şehri, bağrındaki İslam mührünü bütün dünyaya adeta haykırır: Cordoba (Kurtuba), Sevilla (İşbiliyye) ve Granada (Gırnata). Şehirlerimizi kendi isimleriyle anmak adına, Arapça asıllarını kullanarak devam edelim:
711’de Vizigotlardan alınan şehirlerden biri olan Kurtuba, asıl heybetine ve önemine, 756’da buraya gelerek kendi devletini kuran Endülüs Emevî Emiri Birinci Abdurrahman döneminde kavuştu.
Mimari yapısı ve görkemiyle günümüz mimarlarının tüylerini diken diken eden ünlü Kurtuba Camii’nin inşasına onun emriyle başlandı. 1031’deki yıkılışa kadar Endülüs Emevî Devleti'ne en istikrarlı ve verimli zamanlarını yaşatan Halife Üçüncü Abdurrahman ve oğlu İkinci Hakem’in toplamda 70 yıla yaklaşan saltanatları mimaride, bilimde, sanatta, siyasette ve medeniyette, zirvenin bulunduğuna işaretti.
Kalıntıları bile insanı kendisine hayran bırakan Kurtuba yakınlarındaki Medînetu’z-Zehrâ saray-kentini, ürpermeden gezmek mümkün değildir bugün.
İlk fetihlerden itibaren, 1248’de yeniden Hristiyanların eline geçinceye kadar Müslümanların hâkimiyetinde bulunan İşbiliyye’nin yıldız eseri, günümüze sadece minaresi ulaşan Ulu Camii’dir. Kuzey Afrika’dan gelerek Endülüs’ü kontrolleri altına alan Muvahhidler, 1170’de İşbiliyye’yi başkentleri yaptıktan sonra, ulu caminin de inşasına başlamışlardı. Fetihten sonraki 20 yıl içinde inşası tamamlanan camiye, döneminde en yüksek binalardan biri olan bir minare de eklendi. Bu minare, Hristiyanlar tarafından İşbiliyye yeniden alındıktan sonra bile yıkılmaya kıyılamadı. Tepesine yerleştirilen rüzgâr gülü nedeniyle “La Giralda” adıyla şöhrete kavuşan minare, zamanında abdesthaneleri ve şadırvanları himaye eden yüksek duvarlı bahçeye bakarken, hüzünle gururu aynı anda yaşıyor bugün. Müslümanların Endülüs’e getirdiği portakal ağaçları da, avluyu hâlâ süslemeye devam ediyor.
- 1232’den 1492’ye kadar tam 260 yıl boyunca, Endülüs’teki son bağımsız Müslüman devletin varlığını ve bayraktarlığını sürdüren Nasrîler, tarihe bir sarayla geçtiler: Elhamra. Hem Endülüs medeniyetinin boyutlarının hem de Müslümanların dünya mimarlık tarihine ne derin katkılarda bulunduklarının canlı bir ispatı niteliğindeki Elhamra Sarayı, dikkatli ziyaretçilerine aslında Endülüs’ün bütün serüvenini bir çırpıda anlatıyor. Sarayın duvarlarına sinen hatıralar, Müslümanların bu son devletlerinin hikâyesini fısıldıyor herkese. Bir yanda sanki yüzyıllar boyunca burada kalınacakmış gibi inşa edilen bir saray, diğer yanda Müslümanların karış karış kaybettikleri bereketli Endülüs toprakları… Sadece Elhamra Sarayı’nın hikâyesi bile Endülüs serüvenimizin tek başına özetidir aslında.
Bilhassa Endülüs Emevî Devleti'nin görkemli başkenti Kurtuba’da kurulan yüksek seviyeli İslam medeniyeti, insanlık tarihine birbirinden ünlü ve maharetli isimleri hediye etmiştir. İspanyol müziğinin kurucu ismi Ebû Hasan Ali Ziryâb, insanlık tarihinde ilk uçuş denemesini gerçekleştiren insan Abbâs bin Firnâs, astronomi ve matematikte gerçek bir deha olan Mesleme el Mecritî, tarih biliminin kurucu babalarından İbn Hayyân ve İdrisî, Güvercin Gerdanlığı isimli şaheseriyle tanıdığımız edebiyatçı ve fakih İbn Hazm, Avrupa tıbbının kurucu isimlerinden Ebû Mervân Abdulmelik bin Zuhr,Hayy bin Yakzân adlı felsefi romanıyla insanlık tarihinde bir çığır açan Muhammed bin Tufeyl, fakih ve filozof Muhammed bin Rüşd, Endülüs’ten Anadolu’ya ve Suriye’ye yürüyüşüyle İslâm tarihinde derin izler bırakan Muhyiddin İbn Arabî, tefsir ilminin olmazsa olmazlarından Muhammed bin Ahmed el Kurtubî, kaleme aldığı Muvâfakât adlı başyapıtla İslâm fıkıh usulünde derin iz bırakan İbrahim bin Musa Şâtıbî, Endülüs’ün bağrında yetişen binlerce isimden sadece birkaçı.
- Günümüzde Avrupa tıbbı, hukuku, fiziği, kimyası, astronomisi ve topyekûn akademik dünyası, Müslümanların Endülüs’te nesiller boyunca yaptığı üretimin üzerine bina edildi. Bu, bizzat Hristiyan araştırmacıların da ortaya koyduğu bir hakikattir. Şunu söylemek, abartı olmayacaktır: Müslüman Endülüs olmasaydı, şimdiki Avrupa’nın manzarası da bambaşka (ve muhtemelen de bugünkü biçiminden daha eksik ve az) olacaktı.
Avrupa’nın geneli bir yana, günümüzde İspanya da adeta Müslüman Endülüs’ün temelleri üzerine kurulmuş gibidir. Müslümanların İber Yarımadası’na vurduğu mühür, İspanya’da hayatın her alanında gözlemlenmektedir.
Bugün İspanyolcada dört binden fazla kelime, direkt biçimde Arapça kökenlidir ve günlük hayatta kullanılmaktadır. “Tanrı dilerse” anlamına gelen “O’jala” kelimesinin kökeni Arapça “inşallah”tır.
Müslümanların Endülüs’te kurdukları sulama sistemleri ve geliştirdikleri tarım usulleri, bugün de İspanya tarafından kullanılmaktadır. Avrupa’da temizlik kültürünün bilinmediği bir zamanda, Endülüs şehirlerini sebillerle, kanallarla ve hamamlarla donatan Müslümanlar, yarımadanın temizlik alışkanlıklarını köklü biçimde değiştirmiştir.
Nehirlerin üzerine su değirmenleri kurarak, suları şehir merkezlerine taşıma ve su gücünden faydalanarak tahıl öğütme işi de Endülüslü Müslümanların getirdiği bir yenilikti. 1200 yılı itibarıyla, yalnızca Guadalquivir (Vâdî el Kebîr) Nehri’nin üzerinde 5 binden fazla su değirmeninin olduğu bilinmektedir. Bunlardan biri, günümüzde Cordoba’da muhafaza edilmektedir.
- Müslümanlar, İspanyol yemek kültürüne de ciddi katkılarda bulunmuştur. Nohutun İspanyol mutfağına katılması, Endülüslü Araplar sayesindedir. Portakal, patlıcan, ıspanak, limon, muz, enginar gibi birçok meyve ve sebzeyi İspanya topraklarına getirenler Müslümanlardır. Endülüs’ün fethinden önce, İspanyollar ve diğer Avrupa milletleri tüm bunlardan habersizdi. Özellikle portakal ve limon, artık İspanya’nın simge bitkileri hâline gelmiştir.
Madem Müslümanlar kıtadan sürüldükten sonra geride kalanlar bile Endülüs’ün ihtişamını hâlâ haykırmaya devam ediyor dedik, o zaman kendimize şu ödevi mutlaka verelim:
İyi ve ayrıntılı bir tarih okuması eşliğinde, Endülüs’ü şehir şehir dolaşmak hepimizin hedefi olsun. Kendimiz olmazsa çocuklarımız (hatta torunlarımız) bunu mutlaka yerine getirsinler. Ki geçmişimizin çok önemli bir parçasıyla bağlarımızı da sıkı sıkıya korumuş olalım.