Soğuk Savaş’ın bitmesiyle küresel kapitalist sistem ortak komünist düşmandan kurtulmuş, onun yerine, İslâm’ı yeni stratejik küresel düşman ilan etmişti.
1995’te, NATO Genel Sekreteri Willy Claes; “İslâm fundamentalizmi, komünizmden daha tehlikelidir” ve “NATO’nun yeni hedefi, radikal İslâm’la mücadele etmek olacaktır” dediğinde, bunun ne anlama geldiğini o zaman tam anlayamamıştık. Bunu anlamak için 11 Eylül olayları sonrası dünyaya dayatılan İslâm karşıtı “retorik”i ve yaşananları görmek gerekecekti. Çünkü yaşananlar İslâm fundamentalizmi üzerindeki örtüyü kaldırmış, böylece yeni stratejik düşmanın “İslâm” olduğu anlaşılmıştı.
İslâmofobia aslında salt Batılı insanın tarihsel korkusunun bir ürünü değil, varolan korkunun yeni stratejinin bir parçası olarak derin devlet mihrakları tarafından yönetilmesini anlatır.
Batı’da Müslümanlara karşı sergilenen ayrımcılık, kutsallar üzerinden yapılan provokasyonlar; karikatür saldırısı, minare krizi, Kur’an mushaflarının yakılması, İngiltere’de Selman Rüşdi’ye verilen şövalyelik nişanı misâlinde olduğu gibi İslâm’a hakaret eden insanlara ödüller verilmesi, İslâm karşıtı filmler, belgeseller, kitaplar, ilan edilen yeni Haçlı Seferleri...
ABD ve Batı Avrupa ülkeleri merkezli İslâm karşıtı söylemlere Rusya, Çin ve Hindistan gibi yükselen küresel güçlerin de hatırı sayılır destek verdiği gözlerden kaçmıyor.
Bu da bana kadîm bir yöntemi hatırlatıyor; müşterek çıkarları olan taraflar riski yüksek olan bir cinâyeti beraber işlerler, tâ ki sorumluluk paylaşılsın, kan sahipleri karşılarında oluşmuş cinâyet şebekesinden öç almaya cesâret edemesin...
Bunun bizde en iyi bilinen örneği Hz. Peygamber (sas)’e karşı düzenlenen sûikast girişimiydi. Olay özetle şöyle gelişmişti.
Mekke’nin müşrik yöneticileri Hz. Muhammed (sas)’in Medine’ye hicret edeceğini O’na inananların çoğunun hicret etmiş olmalarından anlamışlardı. Eğer Medine’ye gider, Müslümanların başına geçerse, hem Müslümanlar güçlenecek hem de Mekke’lilerin Şam ticâret yolu tehdit altına girecekti. Mekke’de yalnız kalan Efendimize ne yapmak gerektiğini kararlaştırmak üzere Dâru’n-nedve’de toplandılar.
Toplantıda Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Ebu’l-Bahterî, Utbe b. Rabîa, Cübeyr b. Mut’im, Nadr b. Hâris, Ümeyye b. Halef, Hakim b. Hızâm ve diğer Mekke ileri gelenleri vardı. Müslümanlık tehlikesinin önlenmesiyle ilgili birçok fikir serdedilmiş, ama sonunda Ebû Cehil’in kurguladığı komplo, eylem planı olarak kabul edilmişti.
Buna göre; Kureyş’in bütün kollarından birer temsilci seçilecekti. Bunlar aynı anda hücûm edip Muhammed (sas)’i bir hamlede öldüreceklerdi. Böylece kimin vurduğu ve kimin darbesiyle öldüğü belli olmayacaktı. Kan bütün Kureyş kabilesine dağılacak, Hâşimîler bütün Kureyş kollarına karşı çıkamayacaklarından kan davası güdemeyeceklerdi. Sonunda diyete (kan bedeline) râzı olacaklar ve bu tehlike de son bulacaktı. Bu teklif kabul edilmişti, ama Allah (c.c) onların tuzaklarını boşa çıkarmıştı.
Hz. Peygamber’in (sas) ortadan kaldırılmak istenmesinin temel sebebi İslâm’ın yayılmasının önüne geçmekti. Aynı Ebû Cehil komplosunun, bugün, hem de küresel düzeyde eyleme geçirildiğini görüyoruz. BM tarafından bir komisyon kurularak sorgulanmasına izin verilmeyen 11 Eylül’ü biraz da bu bağlamda düşünün.
Bugünün uluslararası çapta etkisi olan büyük çaplı eylemlerini çok uluslu istihbarat örgütleri beraber gerçekleştirmektedir. Özellikle de Müslümanlara karşı böylesi bir organizasyonun varlığı gözlerden kaçmıyor.
Hiçbir ülke tek başına 1.5 milyar nüfusa sahip Müslümaları direkt karşısına alma cesâretini gösteremez. Bunun için de sanki farklı ülkelerdeki derin mihraklara farklı sorumluluklar verilmiş. Söylem ve yöntemleri farklı olsa da İslâm karşıtı operasyonlar bu izlenimi veriyor.
YENİ AKİT