Siyasi Amel; Bir Yükümlülük mü Yoksa Hak mı?
Müslümanlar özellikle son ikiyüz yıldır, imanları ile modern beşeri olgular arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışıyor. Bu beşeri olgulardan birisi de siyaset ve siyaset etme biçimleri. Bu ilişki üzerinde kafa yoran Müslümanlar belli başlı konularda tartıştılar, tartışmaya da devam ediyorlar. Biz de konuyu anlamaya çalışarak, kendimizce katkıda bulunalım istedik.
Bu tartışmaları birkaç ana başlıkta toplamak mümkün ancak konunun hacmi dolayısıyla çalışmamızı alt başlıklarla paylaşmayı uygun buluyoruz. Bu yazıda tartışacağımız konu; “siyasi eylem ve karar almayı, imanımız açısından nasıl ele alıp değerlendireceğiz?” sorusu olacak.
Burada öncelikli olarak siyasetten ne kastettiğimizi netleştirmemiz gerek. Siyaseti; “siyasi amel” ve eylem olarak değerlendirebiliriz. Toplumsal yaşamın bütün boyutlarını düzenlemek ve bu ilişkileri daha iyi duruma getirmek için alınan karar ve uygulamalar da diyebiliriz. Bu tanımlardan anlaşılacağı gibi kavramı etimolojik kökeni üzerinden değil de, toplumsal ve güncel şekilde anlaşılan boyutuyla ele alacağız.
Burada bizi ilgilendiren sorular; imani duruşumuz açısından siyasi eylem ve uygulamaları nasıl ele alacağız? Başka bir değişle; inanan insanlar olarak siyaset kurumu karşısında nasıl bir duruş ve tavır takınmamız gerekiyor? Sorunların azalması, daha iyi maddi ve manevi imkânlardan yararlanmak için yapılan çabalar dini bir “yükümlülük” mü, yoksa bu tür işler bir “hak” olarak mı telakki edilmeli?
Acaba dünyevi isteklerimizle, içgüdüsel zevklerimiz ve zorunlu bütün ihtiyaçlarımızın karşılanması asil ve temel hedeflerimiz açısından birer öncül olarak mı ele alınmalıdır? Yoksa Allah’ın kitabında övdüğü varlık düzeninde, bu tür şeylerle ilgilenince düşkün olarak Allah’ın rahmetinden uzaklaşmakta mıyız? Allah bu tür olgulara sadece zaruri olduğu için mi izin veriyor? Yani; “canlı kalabilmek, yaratılmışlara hizmet edebilmek için maddi ihtiyaçlarımızı karşılamalı ve içgüdülerimizi tatmin etmeliyiz” diye mi düşünmeliyiz? Böyle ise, daha iyi maddi imkânlardan yararlanmamız için var olan “siyaset kurumu” asli görevlerimizin öncülü olarak, asli hedefimize hizmet eden bir gereklilik olarak karşımıza çıkıyor.
Oysa insanın bu tür özellikleri de Allah’ın rızası doğrultusundadır. Kur’an’da Allah’ın bir bütün olarak yaratılış düzenini övmesi, bu tür doğal istek ve yararları da kapsamaktadır. İnsan, Allah’ın iradesi doğrultusunda yaşayan anlamına gelen kulluk ile tarif edilmelidir. Bu kulluk tanımı, yükümlülük ve görev kategorisini aşan bir kavramdır. İnsanın doğal, maddi arzu ve ihtiyaçları da hayatın bir parçası olarak Allah’ın iradesine tabidirler. İşte bu yüzden kulluk tanımı içerisine giren bütün parçalar Allah’ın rızası doğrultusunda yaşamanın kapsamına girer. Örneğin, İslami dünya görüşünde insanın helal rızık talep etmesi ibadet olarak son derece değerlidir.
Buna göre “siyasi amel bir yükümlük mü yoksa hak mıdır?” sorusuna verilen cevaplardan ilki, insanın doğal ihtiyaçlarını sadece öncül olarak görürken, insanın ancak düzenli bir toplumsal yaşam içerisinde yükümlülüklerini yerine getirebileceğini söyler. Buna göre siyasi eylem ve uygulamalar dini ve ahlaki mahiyete sahip olan birer görev,yükümlülüktür. O zaman siyasi yaşama katılım tıpkı doğal ihtiyaçların karşılanması gibi zorunlu ve kaçınılmaz görevlerden olur. Bu görev insanları Allah’a yakınlaştıran bir ibadet şeklinde algılanır. Çünkü batılın ortadan kalkması ve hakkın hâkim olmasını sağlama işidir bu.
İkinci görüş ise, toplumsal ve siyasi hayata katılım da tıpkı insanın diğer doğal ihtiyaçları gibi asil ve saygıya değerdir. Bu yüzden hiçbir şeyin öncülü ya da mukaddimesi değildir. Varlık düzeninin övülmüş olguları arasında, kendi hayatını daha iyi hale getirmek, dolayısıyla siyasi hayata katılım kendi hayatını kontrol ve idare edebilme yönünde atılmış bir adım olarak görülür. Bu durumda bir yükümlülüğün yerine getirilmesinden ziyade Allah tarafından verilen bir hakkın kullanılması olarak değerlendirilir.
Kur’an ve Sünnet’te adaleti tesis etme, iyiliği emretmek ve kötülüklerden sakındırmak, zalime karşı çıkmak gibi ahlaki kavramların bulunduğunu ve bunları insanlara görev ve sorumluluklar tanımladığını görmek gerek. Mesela bazen toplumda ortaya çıkan istenmeyen bir durumla yüzleşmek ve buna karşı çıkmak; adaletin tesisi, iyiliği emretmek ve kötülüklerden sakındırmak ve zalime karşı gelmektir.
Bu ilkeler insana sadece sorumluluk yüklemez, aynı zamanda bir hak bahşederek de değer katar. Müslümanlar için mazlumun mazlumiyetinin kaldırılması için mücadele bir görevken,bu mazlum açısından bir haktır. Müslümanlar açısından siyaset kurumunu bu ilkeler üzerine bina etmek bir sorumluluk iken, siyaset kurumunun bu ilkeler doğrultusunda hareket etmesini beklemek bir haktır. Böyle düşünmek, belki de yükümlülük ve hakkın bir sentezini yapmak gerekiyor.
Kaldı ki, İslam düşüncesinde; “dinimiz siyasetimizdir, siyasetimiz dinimizdir” şeklindeki söylem her iki yaklaşım tarafından da kullanılan bir söylem. Birinci görüşe göre, bütün siyasi eylem ve uygulamalar şer-idir. Allah’a yakınlaşmayı amaç edinirse dini bir eyleme dönüşür ve ibadet olur. Bir toplumun ortak yaşama kültürü böyle bir düşünce üzerine inşa edildiğinde, toplumsal yaşamın daha iyi hale getirilmesi için yapılan her türlü eylem, örneğin ekonomide toplumun dini değerleri ile ölçülür hale gelecektir.
İkinci görüşe göre ise, böyle toplumlarda, durumu uygun gördüklerinde artık herşeyin yolunda olduğuna ve bütün ihtiyaçların karşılandığına dair sarsılmaz bir kanıya sahip olunur. Artık daha iyisine ihtiyaç kalmamıştır. Oysa ekonomi örneğinin ölçütü, toplumun refah ve fakirlik göstergeleri, aradaki farkın boyutuyla anlaşılabilir bir durumdur. Toplumun dindarlığı ile değil.
Birinci görüşün ideali arzuladığını, ikinci görüşün realiteyi merkeze alarak hareket ettiğini söylemek mümkün. Bununla birlikte realiteyi gözetmenin, ideali arzulamaya engel olmaması gerekiyor. Kaldı ki, bir Müslümanın siyasetindeki ana hedefi de bu olmalı değil mi?