Müslümanlar üniversitede kendi oksijenini üretebiliyor mu?

Salih Orhan, üniversitenin temsil ettiği şeyin mahiyeti üzerine önemli tespitler yapıyor. Son haftalarda sıkça konuşulan bir meselede tartışmanın üzerine inşa edilmesi gereken bağlam hakkında fikir veriyor.

Salih Orhan / HAKSÖZ HABER

Müslümanlar üniversitede kendi oksijenini üretebiliyor mu?

Dedesinin Mendelssohn'a söyledigi bir şey yıllar sonra Ludwig Wittgenstein tarafından Cambridge'deki ögrencilerinden birine, Maurice Drury'ye üniversiteyi bırakmasını salık verdiğinde yinelenecekti. "Cambridge'de," demişti "senin için hiç oksijen yok"… Ancak kendisi -Cambridge'de kalma kararı- söz konusu olunca metafor ilginç bir değişim geçirmişti: "Benim için sorun değil," demişti Drury'ye. "Kendi oksijenimi üretiyorum"1

Aslında başlıkta formüle edilen soru bugün Müslümanların içinde yaşadığı hayatın tamamına teşmil edilerek de sorulabilir. Bununla birlikte sorunun üniversiteye hasredilmesinin şöyle anlamlı bir tarafı var ki bugün için üniversite bilginin üretildiği ve/ya üretilmiş bilginin aktarımının yapıldığı başlıca müessese. Yani cari hayat düzeninin hem yeniden üretildiği hem de meşruiyetinin kaynağı olan bir nevi modern dönemin kilisesi mesabesinde. Dolayısıyla Müslümanların bugün içinde yaşadığımız dünyada kendi olabilmek, kendisi kalabilmek için vermesi gerektiği savaşın en ileri cephelerinden birisi. Üniversite bu konumu itibariyle Müslümanlar için -gayri İslami hatta birçok unsuruyla doğrudan İslam karşıtı -cari hayat düzeninin üniteleri içinde kendileri olarak kalmanın en zor olduğu yerlerin başında geldiği gibi bunun aynı ölçüde de zaruriyet arz ettiği bir mekan2 hüviyetindedir denebilir. Burada mesele özgün olmak/kalmak meselesi değil Müslümanın bilgi ve hakikatle olan ilişkisinin sahihliğine halel getirecek bir iş ve işleyişin uzağında olma çabasıdır.

 “Bilginin önündeki engellerin  asgariye indirilip bilgiden elde edilecek verimin azamileştirilmesi” diyor Alman sosyolog Rene König “ancak batı sanayi toplumunda karşılaşılan bir husustur. Diğer kültürlerde ise en basit ve kestirme değil bilakis en uzun ve meşakkatli olan yol doğrudur”3  Bu anlamda batı sanayi toplumunda üniversitenin bilginin önündeki engellerin asgariye indirilip bilgiden elde edilecek verimin azamileştirilmesinde ifa ettiği rol izaha gerek bırakmayacak ölçüde açıktır. Sanayi sonrası dönemde de bilgisayar, internet vb. enformasyon teknolojisi alanındaki yeniliklere; post-modern teorinin bilgi, hakikat vs konusundaki yaklaşımlarına rağmen üniversite kilisesi bilim dininden aldığı güç ve meşruiyetle bu konumunu koruyor denebilir.

Üniversiteler devasa boyutlardaki bilgi üretim kapasitesi, ürettikleri bilgi ve genel organizasyonlarındaki sistematiklik vd. gibi göz kamaştırıcı başarılarıyla birlikte modern dünyada bilgi tekelini elinde bulunduruyor. İstihdam ettikleri bilim adamları da modern dönemin ruhban sınıfı olarak hizmet görüyor. Bilginin hakikate mutabakatı meselesi de en azından artık sosyal ve beşeri bilimlerdeki post-modern hegemonya sayesinde önemsizleşmiş durumda.  Her ne kadar dünyanın en önde gelen üniversitelerinden Harvard Üniversitesi’nin Latince “hakikat” anlamına gelen “veritas”4  şeklindeki meşhur mottosu yerinde duruyorsa da akademide bugün için “hakikatin” irabda mahali yok. Bu anlamda üretilen bilgi için geriye tek bir kriter kalıyor o da işe yararlık…

Geç modernlik tecrübesinin bir sonucu olarak hala ilkel/kaba pozitivist anlayışın çok güçlü olduğu Türkiye’de bu kaba pozitivist zihniyet tarafından bilime atfedilen ilahi pozisyonun bir sonucu olarak üniversiteler de bir kutsallık halesine büründürülmüştür. Gerek soluduğu atmosferden etkilenen Müslümanların gerekse de anladıkları, bildikleri kadarıyla İslam’ın ilme, ilim adamına verdiği önemden mütevellit bugünkü bilim ve bilim adamına hürmet edip otoritesine boyun eğen toplumun genelinin bu meseledeki tavrı da kayda değer bir değişiklik göstermiyor. Söylem düzeyinde üniversiteye yüklenen ulvi anlam üniversiteden abartılı beklentiler içine girilmesi sonucu doğuruyor. Vatandaşları eğitmesi, toplumu aydınlatması, ülke sorunlarına çözüm bulması, kalkınmaya destek olması vd. şeklinde liste uzayıp gidiyor.

Ancak bu söylemin ayartıcılığına kapılmadan olana baktığımızda bu laik/seküler kesimler başta olmak üzere hemen hemen toplumun tamamı için üniversite rahat yaşam, yüksek hayat standardı ve sairenin temini anlamına gelmekte.  Bilgi bu amaca hizmet ettiği ölçüde değerli bir tüketim nesnesi sadece. Bu amaç doğrultusunda sınav kazandıracak, okul bitirtecek, meslek yaşamında lazım olacak vs. işe yarar bilgilerin elde edilmesinde katlanılan zahmetler de -örneğin 6 senelik zorlu bir tıp eğitimindeki zorluklar- yolun sonundaki hedonik/hazcı emelleri gerçekleştirmek için katlanılan asketizm/çilecilik oluyor. Tek dünyalı insanların ve dünyevileşmiş Müslümanların bu dünyadaki menfaatlerini öncelemelerinde aslında şaşıracak bir şey olmaması lazım!

Türkiye’de üniversite meselesinde her ne kadar yaygın olan bu murailik hali olsa da bilim yoluna kendini adamış, üniversite kilisesinin ihlaslı takipçileri de yok değil. Ancak onların çaba ve çalışmaları Türkiye’deki üniversitelerin neredeyse tamamının bir pseudo-üniversite olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Esas yaptığı iş merkezde üretilen bilgiyi periferiye aktarmak olan üniversite hocaları, bu bilgilerle donanıp “üniversitede kalarak” aynı görevi üstlenmeye talip öğrencilerle zevahir kurtarılsa da bilhassa sosyal ve beşeri bilimler alanında “bilime yapılan katkı” Batı literatürünün takip edilip, Türkçeye aktarılmasından öteye geçmiyor. Öte yandan “bilgi ve hakikatle kurulan bu sahte ilişki insanı sadece haz merkezli yaşayan insanlardan -insan olma şerefi bakımından- daha üstte bir yere taşır mı?” sorusunun da bu bağlamda sorulması gerektiğini düşünüyoruz.

İşte öğrenci olarak girdiği üniversitede ilk andan itibaren bu boğucu ve zehirli havayı soluyan Müslümanların “dostlar alışverişte görsün” mantığıyla pozisyonları icabı kendilerinden beklenileni, beklenildiği kadarıyla yapacak kıvama gelmesi bunu engelleyecek bir çaba içinde değilseler mukadder görünüyor. Zaten diğer siyasal, toplumsal müesseselerde soluduğu havayla buna hazır bir şekilde üniversiteye gelen bir gencin girişte yaptığımız alıntıda geçen Wittgenstein’ın metaforundaki gibi “kendi oksijenlerini üretmeleri” de kolay değil. Bu her şeyden önce devamlı bir bilinç hali gerektiriyor. Bilgi ve hakikatle sahih bir ilişki kurmak, her şeyi yeniden teşrih masasına yatırıp “acaba doğru mu?” “acaba öyle mi” sorusunu “başarı”larıyla göz kamaştıran bu bilgi sistematiği karşısında sürekli sorma cesaretini göstermek gerekiyor.

Bugünün Müslümanının hayatın her alanında kendisi olmak/kalmak için göstermesi gereken çaba debisi yüksek bir nehirde akıntıya ters yönde yüzmeye benziyor. Bu bakımdan gösterilen çaba ne kadar fazla olursa olsun bu mücadelesi çoğu zaman onu herhangi bir ilerleme kaydedemeden ancak olduğu yerde tutmaya yarıyor. Ne var ki akıntının götürdüğü yer iyi bir yer değilse olduğu yerde kalmak da bir başarı sayılır.

 

[1] Roy Monk, Wittgenstein-Dahinin Görevi, Çev: Berna Kılınçer-Tülin Er, Kabalcı Yayınları, syf.27.

[2] Arapça’da ism-i mekan adı verilen ve bir fiilin gerçekleştiği yer anlamına gelen bir siga bulunuyor. Örneğin ke-te-be/yazmak fiilinin bu fiilin gerçekleştiği yer anlamında ism-i mekanı mekteb/büro,yazıhane’dir. , de-re-se/ders yapmak fiilinin ism-i mekanı medrese/okul’dir vs. Bu sigaya da ismini veren “mekan” kelimesi ise kâ-ne/olmak, var olmak fiilinin ism-i mekanıdır. “Mekan” kavramının varlık ve varoluşla irtibatının herhalde bu bilgi göz önüne alındığında daha bir sarahate kavuştuğu söylenebilir.

[3] Rene König, Sosyolojinin Sınırları, Bilginin Sınırları kitabı içinde, der: Leonard Reinisch, Kale Yayınları syf. 113.

[4] Mottonun tamamı aslında “Veritas Christo et Ecclesiae” şeklindeymiş. Yani “İsa ve Kilise için Hakikat”. Bugün için geriye sadece “veritas/hakikat” kısmı kalmış görünüyor.

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!